ABDULLAH ŞAHİN
Geleneksel İslam Düşüncesinde Adalet
Maverdi Örneği
A. Adalet Kavramı
Sözcük olarak ‘adl’ ve ‘idl’ şeklinde iki formu bulunan adaletin temel anlamı eşitlik/denkliktir. ‘Adl’ formu hüküm/yargı ortaya koymak gibi soyut (basiret ile kavranan) hususlar için kullanılırken (1) ; ‘idl’ formu, duyularla kavranan ölçülebilen, tartılabilen ve sayılabilenler için kullanılır. (2) Bu yönüyle kavram, ‘eşit şekilde bölme’ye dayanmaktadır. Eşitlik kavramının vicdanlarda saygın bir yere sahip olmasının nedeni ise ‘hak’ kavramıyla
kurduğu bağdır. Kurulan bu bağ sayesinde adalet “vicdanlarda doğruluk hissi uyandıran şey”, ‘hak ile hükmetmek’, tartıda eşitlik ve aynı cinsten olmayan şeyler arasında ise “kıymetini takdir etmek/denkleştirmek” anamlarını kazanmıştır. (3)
Adalet kavramının birçok tanımı yapılmıştır. Bunlara bir yenisini ekleme kaygısı taşımadan, yalnızca kavramın çağrışımlarını yakalamak için en genel ve en özlü tanımlardan bir kaçını sıralamakta yarar görmekteyiz: Adalet, “vicdanlarda doğruluk hissi uyandıran şeydir”. ‘Her şeyin yerli yerince olması ve en uygun konuma yerleştirilmesidir.’ Adalet, ‘herkese hak ettiğini vermektir,’ ‘eşitliği sağlamaktır,’ (4) ‘herkese payını veren erdemdir.’ (5) Bu
tanımları çoğaltmak mümkündür. Ancak asıl amacımız tanımları çoğaltıp bu tanımlar arasındaki farklılıklara dikkat çekerek zihinsel bir kirlilik oluşturmak olmadığından bu kadarıyla yetiniyoruz. Bizi asıl ilgilendiren, bir kavram olarak adaletin hangi ideallere karşılık geldiği ve hangi özlemleri seslendirdiğidir.
Adalet kavramının insanlığın idrakindeki çağrışımlarına bakmak, temsilcisi olduğu özlemler, dahası kavramsal çerçeve hakkında önemli ölçüde fikir verebilir. Adaletin günlük dilde neyi anlattığını görmemize yardımcı olabilir. İnsanoğlunun ortak olarak yücelttiği bir kavram olması bakımından adalet, en temel insani taleplerin ifade aracıdır. Eşit insan haklarını,
yargı önünde eşit olmayı, eğitimde fırsat eşitliğini, insan onuruna yakışan yaşam şartlarını, emeğinin ve ürettiğinin karşılığını tam olarak alabilmeyi ve bu ilkelere yaslanan sosyal ve siyasal bir düzeni dillendirmektedir. Bu öylesine özlü bir dildir ki birbirinden farklı yüzlerce tanıma konu olsa da çekiciliğinden hiçbir şey yitirmemiştir. Belki de adalet kavramının bu
kadar çekici ve bu kadar tanıdık oluşu insan doğasıyla doğrudan kurduğu bu bağda gizlidir. Diğer bir ifadeyle, insan doğasının insanlık kadar ortak ve bireyler kadar öznel yapısından doğarak insanlık vicdanının bam teline dokunmasındandır.
Adalet kavramının insan zihnine düşen kodları ya da insan zihninin kavramı formüle etmesi demek olan tanımları incelediğimizde ise, bütün tanımlarda, her şeyin kendine özgü bir yeri ve konumu olduğunu, bu yer ve konumun bilinebilirliğini kabul eden epistemik bir yaklaşımdan beslendiği görülmektedir. İnsan-evren-tanrı bağlamında kurulan bir ‘yerindelik olgusuna’ atıfta bulunmaktadırlar. İnsanın hemcinsiyle ilişkisi bakımından
ise, bir taraftan ‘eşit/denk oluşu’ diğer taraftan ‘emek-karşılık dengesini’ yani ‘hak ediş’ farklılığını işaretlemektedirler.
İnsanoğlu, içerisinde yaşadığı ilişkiler ağını ve en geniş şekliyle sosyal düzeni sürekli sorgulayarak daha iyi ilişkiler biçimini esas alan bir sosyal ve siyasal sistem kurma amacı taşımaktadır. Varlığın doğasına nakşedilen kemale ulaşma isteği ‘daha iyi’ye yönelmeyi kaçınılmaz kılarken öncesinde, ‘daha iyi’ye dair açık ve kesin bir düşüncenin varlığını gerektirmektedir. Felsefenin ‘ide’ kavramıyla ifade ettiği bu açık ve kesin düşünce, insan davranışları üzerinde sürükleyici ve denetleyici olarak işlev görür. Düşünce ve uygulamaların daha iyiye ve daha güzele doğru gelişmesinin sürükleyici gücü olur. Bu şekilde ‘ide’, insan zihnindeki mükemmellik kavramına karşılık gelir. Somut bir mükemmelliğe gerek olmadan mükemmellik tasavvuruna ve arayışına sahip oluşun kaynağına dönüşür. Kimi zaman ‘yerindelik’ ve ‘eşit kılmak’, kimi zaman ‘hak ediş’ şeklinde kendisini gösteren adalet kavramının gerisinde ise daima bu mükemmellik düşüncesi yer alır. Bu bakımdan adalet mükemmellik arayışının yansımalarından biridir. Mükemmelliğin, ‘yerindeliği’, ‘eşitliği/
denkliği’ ‘hak edişi’ tespite yönelmiş şekli olarak insanevren-tanrı ilişkisinin nihai amacıdır. En yetkin, kemale ulaşmış ve aşırılıklardan arınmış idealin ifadesidir. Kur’an’ın gösterdiği yerden evrene baktığımızda, bütün evren ‘adalet’ üzere kurulmuştur. İnsanoğlunun parçası
olduğu kozmik düzene uyum göstermesi ve adalet ilkesine uygun davranması beklenmektedir. “Göğe gelince, onu yükseltti ve mizanı koydu ki [siz de ey insanlar] asla
[hakkaniyet] ölçüsünden (mizan) şaşmayasınız. Bir de adaletle ölçün (mizan) ve ölçüyü (mizan) eksiltmeyin” (6) Mizan hem tartmak hem de tartı aleti anlamına gelmekte olup esas itibariyle eşitlemeyi/denkleştirmeyi ifade etmektedir. Bu bakımdan müfessirler, göğe mizanın konulmasını ‘adalet’ ile açıklamışlardır. (7) Râzî’nin tefsirinde işaret ettiği gibi yukarıda kaydettiğimiz ayetin geçtiği Rahman suresinde konu ince bir nükte ile sunulmuştur. Yüce Allah söze ‘ilim’ ile başlamakta ve ilimlerin en şereflisi olan Kur’an öğrenimine konuyu bağlamaktadır. Bunun gibi kozmik adaletten söz ettikten sonra adaletin daha özel bir durumu olan ölçü ve tartıdaki adalete (mizana) geçmektedir. Kozmik düzene hâkim olan ‘yerindelikten’ toplumsal düzenin sigortası olan adalete geçiş yapan bu bütüncül bakış, adaletin, her türlü ilişkinin ve tüm yapıların varlığını devam ettirmesini sağlayan ana ilke olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda göğe ölçünün (mizan) konulması genele teşmil edildiğinde, varlığın, ancak kendisi için belirlenen uygun yer, konum ve şartlarda anlamlı olduğu sonucu çıkar ki bu da adaletten başkası değildir. Bu bakış açısına göre; Yer ve gök adalet ile ayaktadır. Bitkiler adaletle yeşermekte, hayvanlar adaletle varlıkla-
rını sürdürmektedir. İnsan birey olarak adalet ile sağlıklı bir varlık olabilmektedir.
Toplumlar adalet ile ayakta durabilmektedir. Bu nedenle peygamberler kitapla birlikte mizanı yani adaleti getirmişlerdir. (8) Burada adalet ‘eşit karşılık’ demektir. İyiliğe iyilik ve kölüğe kötülükle karşılık vermektir. Adaleti terk etmenin tek bir yolu vardır. O da daha yüksek bir yarar için bireyin kendisinden yana özveride bulunarak ‘ihsan’ (9) ile hareket etmesidir. Yani iyiliğe daha fazlasıyla karşılık vermek ve kötülüğe daha azıyla karşılık vermektir. (10) Yerindelik’, ‘eşit/denk oluş’ ve ‘hak ediş’ ilkeleriyle görünürlüğe çıkan adalet kavramının karşılaştığı en temel sorun ise görecelilik iddiasıdır. Adalet kavramının neleri kapsayıp neleri dışarıda bıraktığı, diğer bir ifade ile adalet kavramının kapsamı ve dayandığı objektif kriterler tartışma konusu olmaktaysa da (11) peşinen belirtmemiz gerekir ki yerine konulabilecek başka bir kavram bulunmamaktadır. Bu bakımdan adalet kavramı terk edildiğinde bireysel ve toplumsal yaşamı yeniden kurma veya restorasyondan geçirme potansiyeli yitirilmiş olur. Çünkü alışılmış bireysel ve toplumsal tutum ve ilişkileri gözden geçirmek için insana sunulan en büyük imkânlardan biri adalet düşüncesidir. Tıpkı insanı ve toplumsal yaşamı insanileştirip güzelleştiren sevgi, merhamet, paylaşma, fedakârlık gibi. Görecelilik iddialarını dile getirenler, kavramın insan vicdanın derinliklerinde yankılanan hoş sedasında somutlaşan berrak içeriğine itibar etmemişler. Hakikati örten tarihsel ve mekânsal uygulamaların etkisi altında kalarak farklı adalet görüntüleri arasında ebedî özü gözden kaçırmışlar. Adalet normunun zamana ve yöreye göre ‘değişen uzlaşımları’ ifade ettiğini söyleyerek görecelileştirme çabası içine girmişlerdir. Bu görüşte olanlar, tarihin bir döneminde adalet kavramının rehberliğinde oluşmuş sosyal ve hukuki bir düzenlemenin toplumların değişim ve gelişimleri dikkate alınmadan bir başka topluma uygulandığında vicdanlardaki adalet duygusuna hitap etmediğini ifade etmişlerdir. Bu şekilde önceki adalet uzlaşısının sonrakiyle örtüşmediğini göstermeye çalışmışlardır.
Adalet kavramının somut olaylara uygulanmasıyla ortaya çıkan bu farklılıklar, tarihsel bir gerçeklik olmakla birlikte adalet kavramının hakikatini ortadan kaldırmaz. Aslında bu farklılıklar dinamik sosyal şartların evrensel adalet ilkeleri ışığında okunmasından ibarettir. Esas alınması gereken tarihsel uygulamalar arasındaki form farklılıkları değil, o formları toplumsal vicdanda haklı ve hakkaniyete uygun kılan adalet düşüncesidir. Göz önünde tutulması gereken taraflar arasındaki eşitlik, nasfet ve hak ediş dengesini sağlama ve aşırılıklardan kaçınma ortak kabulüdür.
Hakikati görecelileştirme projesinin bir parçası kılınan adaleti görecelileştirme çabalarına rağmen adalet düşüncesi, tarihsel görecelilik görüntülerinden etkilenmeden hakikat arayanları aydınlatmaya devam etmiştir. Zira göreceliliğin gölgesinin düştüğü bir adalet kavramı ile insanlık düşlerini gerçekleştirmek bir tarafa bireysel ‘hakkaniyeti’ ön plana çıkarmak dahi anlamsız hale gelebilecektir. Bu bakımdan adalet kavramı için söze dökülen tanımlamalar arasındaki farklılıkları bir yana bırakıp vicdanlardaki refleksi temel alındığında, kavramın insanlık için taşıdığı önem daha iyi anlaşılır.
B. Ebu’l-Hasen el-Mâverdî’nin Adalet Anlayışı
Adalet kavramının bireysel ve toplumsal yaşamda oynadığı kilit rolden dolayı Müslüman bilginler adalet kavramını bireysel tutumlardan başlatıp bütün toplumsal ve siyasal eylemleri içerisine alacak şekilde genişletmişledir. Bugün ilk etapta adalet kavramının içerisinde algılanmayan pek çok şeyi adalet kavramının içerisinde değerlendirmişlerdir. Bugün ‘subjektif adalet’ ve ‘objektif adalet’ şeklinde tasnif ettiğimiz adalet türlerini kendilerine özgü
kavramlarla ele alıp incelemişlerdir. Müslüman bilginlerin bakış açılarına örnek olması bakımından Ebu’l-Hasen el-Mâverdî’nin kavramı inceleyiş biçimini ele alalım:
1. Subjektif Adalet
Mâverdî, bu adalet türü için ‘kişiliğinde adil olma’ ifadesini kullanmaktadır. Birey iyi şeylere yönelerek ve kötülüklerden sakınarak bu adalet türüne sahip olur. Bu adalet türüne ulaşmış olmanın temel ölçüsü, kişinin hal ve tavırlarında en mutedil (dengeli) tutumu takınmasıdır.Aşırılıklardan uzak durmasıdır. İfrat ve tefritten kaçınmasıdır. Zira mutedil olan davranış ve işten uzaklaşmak adaletin kapsamının dışına çıkmaktır. (12) Görüldüğü üzere Mâverdî’nin tasvir ettiği bu adalet türü kişisel ahlak, erdem ve fazilet sahibi olmayı kapsamaktadır. İslam hukukçuları bireyin sosyal ve siyasal alanda yerine getireceği veya üstleneceği pek çok ödev hususunda subjektif adalet kriterini gözetmişlerdir. Şahitlikten, yargıçlığa, devlet başkanlığından namazda imam olmaya, valilikten rivayet ettikleri bir haberi kabul etmeye kadar pek çok konuda adaletin bu türünü şart koşmuşlardır. Bu bağlamda Mâverdî adaleti, “görevlinin güvenilir olması, günah işlemekten çekinmesi haramlardan korunması, şüpheli işlerden uzak durması, hoşnutluğunda ve kızgınlığında güvenilir olması, dini ve dünyası hususunda aynı olgunlukla hareket edebilmesi” (13) şeklinde tanımlamıştır.
Görüldüğü üzere Mâverdî, kamu hizmeti yürüten en büyük yöneticiden en küçük görevliye kadar bütün görevlilerin adil bir yönetim sergileyip sergilemeyeceğini sübjektif ahlaki kriterler ile ilişkilendirmiştir. Sübjektif adalete sahip olmayan bir kişinin insanlarla ilişkilerinde adil olmasını beklememektedir. Bu yaklaşımı sonucunda ise bütün önemli kamu yöneticiliklerine atanma hususunda adaleti ön şart haline getirmektedir. En yüksek devlet görevlisi olan devlet başkanının (melik/halife) gerek seçilme ve gerekse görevini sürdürebilmesi için, devlet başkanını göreve getiren seçici kurulun (ehlu’l- Hal ve’l-Akd), devlet başkanının atadığı en önemli icra görevlisi olan vezirin, bölge valilerinin (emirlerin) ve yargıçların adalet sıfatını haiz olmaları zorunludur. (14)
2. Objektif Adalet
Bu adalet türü insan ile diğer insanlar arasındaki ilişkiler için söz konusu olan bir adalet türüdür. Bu adalet sübjektif adalette olduğu gibi bireysel bir erdemi değil, bireyin “somut durumlarda yerine getireceği ilişki biçimi”ni (15) ifade etmektedir. Mâverdî bu adalet türünü
üç kısma ayırarak incelemektedir.
a. Asta Karşı Adalet
Mâverdî objektif adaletin bu kısmı için ‘insanın kendinden aşağı konumda bulunan hakkındaki adaleti’ ifadesini kullanmaktadır. Sultanın uyrukları ve başkanın kurmayları ile olan adaleti gibi. Daha sonra Mâverdî, bu tür adaletin “kolay olanı emretme, zor olanı kaldırma, güç kullanarak musallat olmama ve işlerinde doğru olanı arzulama” ile gerçekleşeceğini söylemektedir. (16) Ona göre bu ilkelere uymayan bir yönetici fesat ve ayrılık ile karşılaşmak zorunda kalacaktır.
Mâverdî, ‘adil siyaset/yönetim’ kavramı kapsamında en üst devlet görevi ifa eden hükümdarın adaletli olması için kullanması gereken yöntemleri “Kitâbu Teshîli’n- Nazar ve Ta’cîli’z-Zafer” adlı eserinde “özendirme (rağbet), korkutma (rehbet), merhametli ve hakkaniyetli olma (insaf ) ve devletin hakkını koruma (intisaf ) şeklinde sıralamaktadır. (17)
“Edebu’d-Dünyâ ve’d-Dîn” adlı eserinde verdiği ilkeler, daha genel ve siyasal liderin bireysel ilişkilerinde de uygulayabileceği prensipler iken burada verdiği esaslar, yönetilenlere ilişkin politikalarının dayanağını oluşturmaktadır. Mâverdî’ye göre özendirme, “kaynaşma ve güzel bir şekilde itaat etmeye çağırır, şefkat ve nasihat etmeye sevk eder. Bu da hükümranlığı korumanın en etkin araçlarından biridir.” (18) Korkutma, inat ve fesat ehlini yıldırmak için kullanılan bir araçtır. Bu araç ile onların inatları kırılır, faaliyetleri sona erdirilir. Bu ülkeyi
arındırmanın en etkili yöntemidir. İnsaf, hak ve batılın arasını ayıran adalettir. Bu adalet ile uyrukların durumu düzelir ve ülkenin işleri düzene kavuşur. Çünkü sahipleri hakkaniyete uygun davranmayan, zulmü adaletinden fazla olan hiçbir devlet kalıcı olamaz. (19) İntisaf ise, tahakkuk etmiş devlet haklarını adil olarak tahsil etmektir. Çünkü mülkün (hükümdarlığın/devletin) sağlamlığı bununla mümkündür. Vergi gelirlerinin çeşit ve miktar
olarak çoğalmasıyla hükümdarlık sağlamlaşır. Tahsil edilmesi gereken malı tahakkuk eden yerden almayıp başka yerden almak adalete uymaz. Melikin alması gerekeni acziyetinden dolayı alamaması ise, hükümranlığının gevşekliğindendir. İhmalkârlıktan dolayı almaması
idaresinin zayıflığından dolayıdır. Almak istemesinden kaynaklanıyorsa, bu da onun savurganlığındandır. (20) Bu dört ilkenin yerinde, amacına uygun ölçüde ve zamanı
gözetilerek kullanılması ile adil siyaset gerçekleşir.
b. Üste Karşı Adalet
Mâverdî objektif adaletin bu kısmını ‘kişinin üstüne karşı adaleti’ ifadesiyle anlatmaktadır. Uyrukların sultanı, kurmayların başkanı ile olan adaleti gibi. Bu adalet türünün de “samimi itaat, yardım sunma ve dürüst bağlılık” ile gerçekleşeceğini kaydetmektedir. (21)
c. Eşitler Arasında Adalet
Mâverdî objektif adaletin bu türünü anlatmak için ise, ‘insanın eşitlerine karşı adaleti’ ifadesini tercih etmektedir. Mâverdî’ye göre eşitler arasında ki adalet, “büyüklenmenin terk edilmesi, şımarıklıktan kaçınma ve eziyet vermeme” ilkelerine uymak ile sağlanabilir. (22)
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı üzere, klasik İslam düşüncesinin bir örneğini oluşturan Mâverdî’nin düşüncesinde adalet çok boyutlu bir davranış biçimidir. Öngörüldüğü üzere, bireysel ahlaka dönük boyutunun (subjektif adalet) yanında insanlar ile ilişkilerde ortaya çıkan boyutu (objektif adalet) da mevcuttur. Objektif adaleti açıklama tarzı “herkesi ve her şeyi layık olduğu konuma yerleştirmeyi” esas aldığını göstermektedir. İnsanların konumlarını ve bu konumlarını esas alan ilişkileri tespit ediş şekli “dağıtıcı adalet” kavramıyla ifade edilen adalet biçimine de uzak olmadığını göstermektedir. ‘Dağıtıcı adalet’ kavramı, insanların konumlarına, yeteneklerine ve ürettiklerinin katma değerine göre hak
edişlerinin farklı oluşunu ifade etmektedir. Bu hak ediş maddi bir karşılık niteliğinde olabileceği gibi manevi de olabilir. Toplumsal hayattaki gelir farklılığı ancak bu adalet türünün kabul edilmesiyle meşru kabul edilebilir. Mâverdi toplumsal yaşamdaki bu farklılıkları haksız fiil (zulüm) ve gayrimeşru kazanç türlerine dayanmadığı sürece sosyal yaşamın zorunluluğu kabul etmektedir.
Mâverdî, insanın doğası gereği sosyal (tab’an medeni), başkasına muhtaç ve zayıf yaratılmış olduğunu ifade eder. (23) Ona göre, insanlar, bir kişinin tek başına karşılayamayacağı çeşitli ihtiyaçlara sahip kılınmıştır. İnsanların her bir kesimi ihtiyaçların bir çeşidini karşılayabilsin diye insanların amaçları arasına farklılık konmuştur. Amaçların farklılığı ihtiyaçların genişliği nedeniyle ayrışmayı değil toplum düzeni içerisinde birleşmeyi doğurur. Ziraatçılar tarım ile uğraşır, sanatkârlar sanatlarını icra eder ve tacirler ticareti ile uğraşır. (24) Çünkü dünya nimetleri ve ziynetleri insanlar arasında paylaştırılmıştır. (25) Bu görüşlerini “Bu dünya hayatında geçim araçlarını aralarında bölüştüren biziz” (26) âyetine dayandırmakta, sosyal
ve ekonomik farklılaşmayı doğal görmektedir. (27) Dağıtıcı adalet en geniş şekliyle ele alındığında, toplumsal yaşamdaki hak ediş farklılıklarının meşruiyetini de içerdiği görülecektir. Ancak bu noktada bu farklılıkların haksız fiil (zulm) ve gayrimeşru kazanca (iktisap) dayanmaması temel prensip olarak gözden uzak tutulmamalıdır. Dağıtıcı adaletin bir diğer boyutu da ‘manevi karşılık’ta ortaya çıkmaktadır. Nasıl ki katma değeri yüksek bir ürünü sahip olduğu bilgi ve beceriyle üreten bir mühendise ödenen bedel ile böyle bir yeteneği gerektirmeyen bir işi üstlenen kişiye ödenen maddi bedelin farklı oluşu adaletin gereğidir. Aynı şekilde sosyal ilişki biçimlerindeki farklılık da adalete aykırı değildir. Herkese hak ettiğinin verilmesi ve herkese konumlarına uygun hitap edilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Mâverdî, üstün niteliklere sahip olan ile olmayana aynı şekilde hitap edilmeyeceğini, bilgin olan kişiye de bilgisiz kişiye yapılan hitabı yapmanın uygun olamayacağını söylemektedir. (28)
Mâverdî örneği, adaletin İslam bilginleri tarafından ‘her şeyi yerli yerine koymak ve herkese hak ettiğini vermek’ şeklinde anlaşıldığını, bütün değerlendirmelerin bu tanımın açılımından ibaret olduğunu göstermektedir. Bu yaklaşım biçimi içerisine insanın yaratıcısıyla olan ilişkilerinden insanlar arası ilişkilere ve insanın evren ile olan ilişkilerine kadar bir dizi tutum ve davranış gelip yerleşmektedir. Bunun sonucunda bir kişinin ‘adil’ oluşu yaratıcısıyla olan ilişkileri bakımından değerlendirmeye alınmıştır. Farz kılınanları yerine getirmemek ve haram
kılınanlardan kaçınmamak adalet kavramının dışına çıkmak olarak değerlendirilmiştir. Bu noktada adalet kavramının karşıtı olarak “meşru alandan çıkmak” anlamına gelen ‘fısk’ kavramı kullanılmıştır. (29) Devlet başkanının (imam) görevden azledilmesi sonucunu doğuran nedenlerden birinin adaletinin yara alması olduğu tespiti yapılmıştır. Mâverdî sübjektif adaletin ihlal edilmesi demek olan bu durumun ‘fısk’ kavramıyla anlatılan şey olduğunu açıklıkla ifade etmektedir. (30)
‘Fısk’dan daha geniş bir kavram olan (31) ve “arttırarak veya eksilterek bir şeyi ait olmadığı konuma yerleştirmek” (32) şeklinde tanımlanan ‘zulm’ ise, daha çok insanın insan ve doğaya karşı haksız tutumunun ifadesi sayılarak adaletin karşıt cephesine yerleştirilmiştir. Siyasal varlık tarafından devleti oluşturan beşeri unsura yöneltilen ‘haksız fiil’ler (zulm) devletin düzen, istikrar ve bekasının en büyük tehdidi kabul edilmiştir. Zulmün devlet iktidarının yıkıl-
masına yol açtığını ifade eden “devlet/hanedanlık inkâr (küfr) ile ayakta kalır, zulüm ile asla.” (33) özdeyişini aktaran Mâverdî, inkâr ve zulüm kıyaslamasının zihinlerde oluşturabileceği kuşkuyu ele alır. “İnkâr, batıl din edinmektir. İman, hakkı din edinmektir. Her ikisi de inanılan dindir. Biri hak diğeri batıl olsa da…” (34) diyerek ‘küfr’ kavramının negatif çağrışımını gidermeye çalışır. Çünkü siyasal varlığı yıpratan asıl etken yöneten ve yönetilenler arasında objektif adaletin geçerliliğini kaybetmesidir. Siyasal varlığı bir ve bütün tutan asıl belirleyici her şeyin yerli yerindeliğini temsil eden adalettir. Mâverdî’nin ifadeleriyle özetleyecek olursak adalet, “Toplumu dostluk ve birliğe (ülfet) çağırır ve iktidara itaat etmeye sevk eder. Ülke adaletle mamur olur, servet artar, nesil çoğalır ve sultan güvende olur.” (35)
MEHMET BİRSİN
1. Bunun örneği Maide, 5/95’te Hac esnasında av hayvanı öldürenlere ceza olarak öldürdüğüne eş değerde bir hayvanı kurban etmesi veya muhtaçları doyurması gerektiğine hükmedilmektedir. Veya bunun yerine [eşdeğer] olacak kadar oruç tutması emredilmektedir. En’am 1. ayette şirkteki Allah’a denk/eşit kılma iddiasını ‘ adl’ fiilinin geniş zaman kipiyle ‘ye’dilûn’ lafzıyla ifade etmektedir.
2. İsfehânî, er-Râğıb, Müfredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, k. Safvân Adnân Dâvûdî, ed-Dâru’ş-Şâmiyye & Dâru’l-Kalem, Dımeşk 1412/1992, s.551.
3. İbn Manzur, Ebu’l-Fadl Cemâluddin Muhammed b. Mukrim el-Ifrıkî el-Mısrî, (ö.711/1311), Lisânu’l-Arab, Dâru Sâdır-Dâru Beyrût 1375/1956, XI/430.
4. İbn Manzur, XI/430.
5. Augustinus, Tanrı Devleti, çev. Mete Tunçay, (Batıda Siyasi Düşünceler Tarihi, Seçilmiş Yazılar I-II-Eski ve Orta Çağlar- içinde), Ankara Üniversitesi. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, Ankara 1969, K.XIX, Böl./21 XV.
6. Rahman, 55/7-9.
7. er-Râzî, Fahruddin Muhammed b. Ömer b. el-Huseyn b. Ali et-Temimî el-Bekrî eş-Şâfiî, et-Tefsîru’l- Kebîr ve Mefâtîhu’l-Gayb, Dâru’l-Fikr, et-Tab’atu’l-Ûlâ, Beyrût h.1401/1981m., XXVIII/91; ez-Zemah-şerî, Cârullah Ebi’l-Kâsım Muhammed b. Ömer, el-Keşşâ an hakâiki Ğavâmidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhi’t-Te’vîl, VI/6.
8. Hadid, 25; Ayrıca bkz. et-Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr Taberi, Câmiu’l-Beyân an Te’vîli Ayi’l-Kur’an, k. Abdullah b. Abdulmuhsin et-Türkî, et-Tab’atu’l-Ûlâ, Kahire h.1422/2001m.XXII/424.
9. Nahl,90.
10. İsfehânî, s.552.
11. Gürüz Adnan, Hukuk Felsefesi, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara1996, s.68–79; Aral, Vecdi,
Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, Filiz Kitabevi, İstanbul 1991, s.31–51.
12. el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb, Edebu’d-Dunyâ ve’d-Dîn, k. Yâsîn Muhammed es-Sevvâs, Dâru İbn Kesîr, Beyrût 1415/1995, s.226, 229
13. el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye ve’l-Vilâyâtu’d-Dîniyye, k. Hâlid Abdullatîf es-Seb’ el-İlmî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrût 1410/1994, s.131.
14. El-Mâverdî, Ahkâm, s. 31, 53, 62, 131.
15. Aral, Hukuk ve Hukuk Bilimi Üzerine, s.37.
16. el-Mâverdî, Edebu’d-Dünyâ, s.226.
17. el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb, Kitâbu Teshîli’n-Nazar ve Ta’cîli’z-Zafer fî
Ahlâki’l-Melik ve Siyâseti’l-Mulk, k. Muhyî Hilâl es-Serhân, Dâru’n-Nahdati’l-Arabiyye, Beyrût 1981, s.181.
18. el-Mâverdî, Kitâbu Teshîli’n-Nazar, s.181.
19. el-Mâverdî, Kitâbu Teshîli’n-Nazar, s.182.
20. el-Mâverdî, Kitâbu Teshîli’n-Nazar, s.187.
21. el-Mâverdî, Edebu’d-Dünyâ, s.227.
22. el-Mâverdî, Edebu’d-Dünyâ, s.228.
23. el-Mâverdî, Edebu’d-Dünyâ, s.209.
24. el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb, Kavânînu’l-Vizâra ve Siyâsetu’l-Mulk, k.Rıdvân Seyyid, Dâru’t-Talîa li’t-Tıbâa ve’n-Neşr, Beyrût 1993, s.143.
25. el-Mâverdî, Nasîha, s.289-290.
26. ez-Zuhruf, 43/32.
27. el-Mâverdî, Nasîha, s.51.
28. el-Mâverdî, Kavânînu’l-Vizâra, s.124.
29. İsfehânî, s.636.
30. el-Mâverdî, Ahkâm, s. 53.
31. İsfehânî, s.637.
32. İsfehânî, s.537.
33. el-Mâverdî, Kitâbu Teshîli’n-Nazar, s.184; Edebu’d-Dünyâ, s.227.
34. el-Mâverdî, Kitâbu Teshîli’n-Nazar, s184.
35. el-Mâverdî, Edebu’d-Dunyâ, s.224-225.