İKLİL
  kim savaşım verebilir?
 

 

 Bismihi Teala
 
   Bilindiği gibi konumuzun başlığı şudur: Kim Savaşım Verebilir?
   Bu konuyu iki bölümde ele alacağız:
      1 – Kim savaşımı başlatabilir?
      2 - Kim savaşımı sürdürebilir?
 
 
   Her savaşımda, savaşımın başlatılması ve sürdürülmesi iki hassas noktayı oluşturmaktadır.
İşte biz bu iki önemli noktaya dayanarak kimin savaşımcılığını savunabileceğini; kimin hangi oranda gerçekleşmiş olursa olsun, sürdürdüğü savaşımı yolun yarısında terketmeyeceğini açıklamaya çalışacağız. Ayrıca şunu da belirtelim ki, bu iki bölüm (savaşımın başlatılması ve sürdürülmesi ) birbiriyle oldukça ilgilidir ve birini ötekinden ayırmak mümkün değildir.
 
 
   Konuyu iki açıdan, felsefi ve bilimsel açılardan ele alıp açıklıyacağımızı belirttik.Ancak asıl konuya geçmeden önce, Kim savaşımcı olabilir sorusuna birçok açıdan bakılabileceğini ve bizim konuya öğreti ( mekteb) açısından bakmayı tercih ettiğimizi belirtmek gerekmektdir.başka bir söyleyişle, asıl soru şu şekildedir: Hangi öğreti savaşıma davet edebilir? Ayrıca Kim savaşımcı olabilir? sorusunu sorarken de asıl amacımız hangi öğretinin,
bağlısının savaşımcı olabileceğini; veya hangi öğretinin, bağlılarını savaşıma davet edebilceğini ve savaşım sırasında onları teşvik edip savaşımı sürdürmelerini sağlayabileceğini sormuş olmaktır.
    Yukarıdaki sorulara başka açılardan da yaklaşılabilir. Mesela soruyu askeriaçıdan ele alabilir ve onu, Bunca silahın icat edildiği ve düşmanın elinde ne tür silahlar bulunduğu hakkında bilgi sahibi olunabildiği günümüz dünyasında kim, hangisilala ve hangi savaş taktiğiyle savaşıma kalkışabilir? Şeklindede sorabilirsiniz .Ama bizim bakış açımız bu değildir.bizim burada üzerinde durmak istediğimiz şey işin ideolojik yanıdır. Biz öğretiler üzerinde durmak ve onları savaşıma çağırmadaki zaaf ve güüçleri açısından tartmak istiyoruz. Herhangi bir öğreti ve dine özel bir ilgi göstermeden bir öğretinin savaşıma davet edebilmek için hangi özelliklere sahip olması gerektiğini özet bir şekilde açığa çıkarmaya çalışacağız.
 
 
   Savaşıma çağıran, savaşıma teşvik eden ve temel çağrılarının savaşıma davet olmasıyla övünen birçok öğreti vardır. Ama insan bu öğretilerin dayandığı esasları incelediğinde, bu esaslar ile savaşım çağrıları arasında çok derin uyuşmazlıklar olduğunu görebilmektedir. Bu nedenle biz, yaptığı savaşım çağrısıyla çelişkiye düşmemesi ve kendi esaslarına sadık kalarak savaşımdan ve savaşımın sürdürülmesinden sözedebilmesi için bir öğretinin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini açıklamaya çalışacağız.
    Böylece şimdiye kadar yaptığımız açıklamalara soruyu ortaya koymuş olduk. Bundan sonra ise bu sorunun cevabını vermeye çaba harcayacağız.
 
 
    Asıl tartışmaya geçmeden önce kimi hususları açıklamamız gerekmemektedir.
    Burada öğretiden (mektep) söz ettik. Ancak konunun daha iyi anlaşılması için, öğreti derken neyi kastettiğimizi de açıklamamız gerekir.
    Bizce her öğreti iki büyük bölümden oluşmaktadır. Biz bu bölümlerden birine “dünya – görüşü”, ötekine de “ideoloji” adını veriyoruz. Her ne kadar dünya görüşü ve ideoloji kelimeleri tanıdık kelimelerse de, izlediğimiz yöntem gereği ve benim bu kelimeleri ne şekilde anladığımı gösterme bakımından onları biraz açıklamamız ve bu terimelerin ne anlama geldiğini açık bir şekilde belirtmemiz gerekmektedir.
 
 
 
    Dünya – görüşü, gerek bilimsel gerekse felsefi yöntemle dünyaya ne şekilde bakıldığını ifade eder. Dünyada yer alan şeylere, onları kapsayacak kavramlar ve kalıplar ( isimler ) vermeye, dünya görüşü adı verilir. Bu kavram ve kalıpların özellikleri şu anda konumuzun dışında kalmaktadır. Eğer bu kalıplar çok geniş ve kapsamlı olurve tüm varlıkları içine alacak şekilde genel bir yapı arz ederlerse felsefi dünya görüşünü meydana getirirler. Yok eğer kalıplar küçük olur ve sadece duyular alanını içine alırlarsa, bu durumda da bilmsel dünya görüşünü meydana getirmiş olurlar. Bilimsel dünya görüşü, varlık – bilim değil, madde – bilim iken ; felsefi dünya – görüşü ise varlık – bilimdir. Yani ( felsefi dünya – görüşü ) ister maddi olsun isterse madde – dışı, kendisine varlık adı verilen her şeyi kapsamaktadır.
    Kendileri aracılığıyla dünyayı tanımladığımız; madde, enerji, dalga, atom, artı yük, eksi yük vb. söz eden bilim dili, ve; varlık, nitelik, eylem, kuvvet, cevher, araz ve benzerlerinden sözeden felsefe dilinin her ikisi ( bilimsel ve felsefi ) dünya – görüşümüzün temelini oluşturmaktadırlar. Asıl önemli husus, dünya görüşünün bir niteleme ( tavsif ) işi olmasıdır. İşte dünya – görüşünün teferruatına dalmadan üzerinde fazlasıyla duracağım nokta budur.
    Dünya – görüşü bir niteleme işidir. Yani biz dünya – görüşüyle kimseye herhangi bir görev yüklemiyoruz. Ne yapmak gerektiğini söylemiyoruz. Nasıl yaşamak gerektiğini söylemiyoruz. Neyin bütün ,neyin eksik; neyin iyi neyin kötü olduğunu söylemiyoruz.
Değerlendirme yapmıyoruz. Hafif, ağır diye ayırmıyoruz. Kimsenin eline herhangi bir ‘gerekir’ ve ‘gerekmez’ vermiyoruz. Mesela ideal insan kimdir; ideal toplum hangi toplumdur; yaşamak için hangi yol seçilmelidir; olgunluğa götüren yol hangisidir; yıkıma götüren yol hangisidir, gibi idealler belirlemiyoruz. Yaşantı için yol ve yöntem öneren değerlendirmeler, görev belirlemeler “gerekir” ve “gerekmez” şeklinde buyruk vermeler ve benzerlerinini tümü dünya – görüşünün dışında yer almaktır. Çünkü bunların giç birinde dünyanın nasıl olduğuna nasıl olduğuna ilişkin bir ifade bulunmamaktadır. Hiç biri dünyanın nasıl olduğunu belirlememektedir. “Sen şu şekilde ol!” diyor bunların tümü de. Oysa dünya – görüşünde; bir dünya olduğu bir insan olduğu ve insanın bu dünyaya kavramak için onu belirli kalıplara yerleştirdiğinden söz edilmektedir. Bu nedenle de, dünya – görüşü bir nitelemeler bütünüdür diyor ve bu tanımı hatırınızda tutmanızı istiyoruz.
 
 
 
    Bir nitelemeler bütünü olan dünya görüşüne karşılık, ideoloji bir görevler bütünüdür.
    Dünya – görüşü, “Dünya nasıldır?”, “Güneş sistemi nasıl oluşmuştur?”, “Allah var mıdır, yok mudur?”, “Allah tek midir, çok mudur?”, “Evren ezelden beri mi vardır, sonradan mı oluşmuştur?”, “Materyalizm öğretisi doğru mudur, yanlış mıdır?” gibi sorunlarla ilgilenmektedir. Ama ideolojinin bunlardan hiçbiriyle direkt bir alışverişi yoktur. İdeoloji kesinlikle ve sadece “Nasıl yaşamak gerekir?”, “İdeal hayat nedir?”, “İdeal inan kimdir?”, “Hangi toplum ideal toplumdur?”, “Gerekir ve gerekmez nereden gelmektedir?”, “Değerler nereden kaynaklanmaktadır?”, “İyi hangisidr?”, “Kötü hangisidir?” gibi hususkarla ilgilenir. İdeolojinin konusu ve tekniği budur.
    İdeolojinin iki anlama gelen bir kelime olduğunu çok iyi biliyorum ve ben burada onu en özel ve en doğru olan anlamıyla kullanıyorum. Kimi zaman kimi popüler yazılarda ideoloji, öğretiyle aynı zamanda kullanılmaktadır. “İslam İdeolojisi” derken İslam Öğretisini anlatmak istiyorlar. Yani “İslam dünya – görüşü ve ideolojisi bütünü” demek istiyorlar. “Marksist İdeoloji” dedikleri zaman da “Marksist dünya – görüşü ve ideolojisi bütünü”dür anlatak istedikleri. Ama işin daha doğrusu ( ki bu terimlerin çok dikkatli kullanılmasını gerektiren hususlarda hep böyle yapılmaktadır ), dünya – görüşünü, var olanlar bütünü olarak, ideolojiyi ise gerekirler ve gerekmezler bütünü olarak kabul etmemizdir.
    “Gerekir ve gerekmez” ile “iyi ve kötü” arasında pek az bir fark vardır. Yani herhangi bir şeye “iyi” dediğimizde aynı zamanda onu benimsemeyi ve uygulamayı da istemiş oluruz. Herhangi bir şeye de “kötü” dediğimizde, aynı zamanda ona meyletmemeyi ve onu istememeyi de ifade etmiş oluruz. Yani “iyi ve kötü” ile “gerekir ve gerekmez” ifadeleri aynı kaynaktan ve aynı kumaştandır. Aynı anlam ve aynı içeriğin iki ismidirler bunlar.
 
 
 
    İdeoloji kelimesinin acıklı bir alınyazısı vardır. Bu kelime ilk ortaya çıktığı sıralarda ( onsekizinci yüzyılın sonlarında Fransada ) rahatsız edici bir anlama sahipti ve birinin uygunsuz bir işle ilgisi olduğu ima edilmek istendiğinde bu kelimden yararlanılıyordu. İdeoloji, günümüz toplumuda felsefe ve şiirin sahip olduğuna benzer bir anlama geliyordu bir oranda. Biri anlamsız bir söz ettiğinde ve karşısındaki ona cevap vermek istemediği, ama cevap vermemiş olarak görünmek de istemediği zamanlarda “gazel okuyor” veya “felsefe yapıyor” der. İşte ideoloji kelimesinin başına da Napolyon zamanında aynı iş geldi. Napolyon’ un ilk zamanlarda bir grup ideoloğa ihtiyacı vardı; ama daha sonra ideologların görüşleriyle onun kanıları birbirini tutmayınca ideolog kelimesine kötü bir anlam yüklendi. O tarihten sonra da biri anlamsız bir laf ettiğinde veya kimsenin anlmadığı tumturaklı sözler söylediğinde, “Kendileri ideologturlar!” yani “Fildişi kulelerine çekilmişler ve toplumun işine yaramayan sözler söylüyorlar” demeye başladılar. İdeolojiyi “çağların aldatmacası” olarak isimlendiren Marks da bir oranda bu görüşü yansıtmaktadır.
    İdeoloji kelimesinin başına ise bunun tam tersi bir bela geldi. Yani ilk başlarda çok saygın bir anlama sahip iken bugün kötü anlamda kullanılmaktadır. Oysa eskiden kötü bir anlma gelen ideoloji kelimesi zamanla oldukça saygın ve ağırbaşlı bir anlam kazanmış ve aradan zaman geçip yaşlanınca da saygınlık ve ağırbaşlılıktan daha çok pay almıştır.
    İdealizm başlangıçta Eflatun’un felsefesinin adıydı. Eflatun’un ide’leri veya misal’leri oldukça yüce varlıklardı ve bu varlıklar tüm güzelliklerin ve iyiliklerin somut örnekleri ve kaynaklarıydı. Bunlar tüm varlıklardan ve bozulmadan uzak olmalarını ve değişikliğe uğrama tehlikesinden korunmalarını sağlayacak bir yerde bulunuyorlardı. İdealistler işte bu idelere inanan, bunlara bağlamış olan ve onlara ulaşmak için çırpınan kimselerdi. Oysa günümüzde idealizm kelimesi yakışıksız bir şekilde, aslı olmayan şeylere tapınma ve hurafeperestlik anlamında kullanılmakta; idealist lakabı ise bir hakaret olmak üzere güya bilimi ve gerçekleri inkar eden ve gizli varlıklara inanan kişilere verilmektedir. Kelimenin bu şekilde değştirilerek kullanılmasının tarihi, maceralarla dolu bir tarihtir ama şu anda konumuz bu değildir.
 
 
 
    Belittiğimiz gibi, ideolojinin bugünkü anlamı, bir öğretinin değerler , gerekirler ve gerekmezler bütününün adı; dünya görüşü ise, öğretinin nitelemeler bütününün adıdır.
    Son zamanlarda bu ikisinin (dünya görüşü ve ideolojinin) yerine iki güzel kelime buldum: “Varsayım” (faraziye) ve “Farz” (farize). Bu iki kelimeyi bulmam, İran Radyosunda bir spikerin yaptığı yanlışlık sayesinde oldu. Bu yanlışlık bana bu iki kelimeyi dünya-görüşü ile ideolojinin yerine kullanabilceğimi hatırlattı. Spiker, Ayetullah Şeriatmedari’nin “Cihad milli bir farizedir” sözünü aktarırken “farize” yerine yanlışlıkla “faraziye” dedi. Bunu duyunca, bu iki kelimenin çok tatlı ve kullanışlı bir anlama sahip olduklarını gördüm. Dünya-görüşü, varsayım (faraziyel); ideoloji ise farzdır (farize). Evrenin nasıl olduğuna baktığımızda (bu bakış ister varsayım şeklinde; ister kanun şeklinde olsun; ki çağdaş kimi felsefi ekollere göre bütün konuşmalarımızda varsayım durumu mevcuttur) bu bakış, başlangıçta “var” ve “yok”tan sözeden bir faraziye; bilimsel veya felsefi bir faraziye durumundadır. Farazi’ye gelince; farize, görev demektir. Yani hangi şeyin vacip (farz) ve hangi şeyin haram olduğunu gösterir. Bu nedenle de, varsayımlarımız (faraziye), dünya-görüşümüzü oluştururken; görevlerimiz (farize), ideolojimizi teşkil etmektedir.
 
 
 
    Buraya kadar ideoloji ve dünya-görüşü hakkında bilgi verdik ve bu iki terimi hangi anlmalarda kullandığımızı açıkladık.
    Farize ve faraziyeler, öğretiyi meydana getirmektedir. İslam Öğretisi, İslami dünya-görüşü ve İslam İdeolojisinden meydana gelen bir bütündür. “Allah, vahiy, ahiret ve meleklerin varlığı bir hakikattir” dediğimizde İslami dünya-görüşünün kimi unsurlarını açıklamış oluyoruz. Ama “namaz kılmak gerekir; oruç tutmak gerekir; savaşım vermek gerekir” gibi fıkıh ve ahlakta ortaya konan görevlerimizle ilgili önerilerin tümü, İslam İdeolojisinin unsurlarıdır. Bunların (dünya-görüşü ve ideolojinin) toplamı ise İslam Öğretisini oluşturmakta ve bütün sair öğretiler de bu şekilde meydana gelmektedirler.
 
 
 
    Şimdi bu tanımlamalardan sonra sıra bir yasanın açıklamasına geldi.
    Herkes dünya-görüşünün ideolojiyi doğurduğunu sanmaktadır. (Buna aykırı bir iddiaya şimdiye kadar hiç rastlamadığım için “herkes” diyorum). Yani sahip olduğunuz dünya-görüşüne göre ideolojiniz renk ve şekil kazanmaktadır. Mesela, “Allah’ın var olup olmadığını bilmedikçe, Allah’a tapmaktan sözedemezsiniz. ‘Allah’a ibadet edin’ çağrısı ideolojinin bir elemanıdır. Bir görevdir (teklif). Ama “Allah vardır” sözü, dünya-görüşünün bir elemanıdır ve bir nitelemedir (tavsif). O ideolojik elemana sahip olabilmeniz için başlangıç olarak bu dünya-görüşü elemanına sahip olmanız ve Allah’ın varlığını kabul etmeniz yeterlidir” diyorlar. İşte benim buradaki iddiam bütün bu söylenenleri reddetmeye yöneliktir. Yani dünya-görüşünün ieolojiyi doğurup ürettiği doğru değildir. Başka bir söyleyişle, görevlerin (farize) varsayımlardan (faraziye); görevlerin (teklif) nitelemelerden (tavsif) kaynaklandığı görüşü sahih değildir. Bu, gerçekleşmesi büyük tehlikelere yol açan apaçık bir mantıksal aldatmacadır.
    Bu görüşü kanıtlamak için mantıki deliller ileri sürmeden önce, (yukarıda sözü edilen) hatanın kapsadığı hususlara değinmek istiyorum. Bu hususların üzerinde durmaktan amacım, ideolojinin dünya-görüşünden kaynaklandığını kabul etmenin ne tür zararlı ve yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini göstermektir. Ama vereceğim örneklerin hiçbiri kanıt anlamında değildir. Asıl mantıki kanıtı bu örneklerden sonra açıklayacağım. Vereceğim örnekler, görevi (teklif) nitelemeden (tavsif) çıkarmanın red veya kabul edilmesine açıklık kazandıracaklardır.
 
 
 
    Birinci örneğimiz ırkçılıktır. Irkçılık yüzde yüzlük bir kesinlikle ideolojinin dünya-görüşünden kaynaklandığı düşüncesinden doğan bir sistemdir. Bu konuyu işleyen kitapların sayısı az değildir. Bu alanda, bir süre İran’da da ikamet etmiş olan ve “İranlılar Arasında Üç Yıl” adında bir kitap yazmış olan Comte Gobineau’nun kitapları çok meşhur ve önemlidir. Göbineau, insan ırklarının eşitsizliği hakkında dört büyük ciltlik Fransızca bir itap yazmış ve bu kitabın birinci cildi İngilizceye de tercüme edilmiştir. Eğer bu kitabı ve aynı konuyu işleyen benzer kitapları inceler, Faşistlerin ve İngiltere Milli Cephesinin (National Front) düşüncelerine de bakacak olursanız, tümünün görüşten, tabiatın değişik ırklar arasında fark gözettiği görüşünden yola çıktıklarını göreceksiniz. Öyle sanıyorum ki, onların bu görüşleri bilimel açıdan ayıplanacak bir şey de değildir. Bilimler, ırklar arasındaki farklılıkları bütünüyle onaylamaktadırlar. Irklar, vücut yapısı, fizyolojik etkinlikler ve aynı zamanda kan ve genler bakımından birbirlerinden farklıdırlar. Eğer tıp kitaplarını inceleyecek olursanız göreceksiniz ki kimi hastalıklar siyahlar arasında çok yaygınken beyazlar arasında daha az görülmekte ve kimi hastalıklar da beyazlar arasında çok yaygınken siyahlar arasında bunlara daha az rastlanmaktadır. Kan grupları da siyahlarla beyazlar arasında eşit bir şekilde dağıtılmamıştır. Ayrıca mesela bazı hastalıklar hemen hemen sadece Yahudiler arasında görülmektedir. Yani bu tür hastalık vakaları dünyanı değişik bölgelerine yayılmış bulunan 12 milyon Yahudi arasında %85 oranında görülürken geriye kalan 3 milyar insan arasında sadece %15 oranında görülmektedir. Bu durum. Yahudilerin, Yaudi olmayanlarla evlenmekten kaçınmalarından, kanlarıyla soylarının değişmemesi ve “Beni İsrail”in baki kalması gerektiğine olan inançlarından ileri gelmektedir. Bunların çocukları, kanları başka kanlarla daha az karıştığı için belirli bir soyun özelliklerini göstermektedirler. (Elbetteki Yahudiler bir ırk değildirler; ama bir ırk olaya çok yakın özellikleri vardır. Yahudilerin soy bakımından başkalarından üstün olduklarına inanan Siyonistler, kendilerinin özel bir soydan olduklarını sanmaktadırlar. Buna ek olarak, çağdaş biyolojide “soy”, çok belirsiz bir anlam kazanmıştır ve kesin bir şekilde tanımlanması da mümkün değildir) İşte bu husus ve daha bir çok hususlar tabiatın soylar arasında fark gözettiğini göstermektedir. Hatta bu hususta bilimde herhangi bir tereddüt bile bulunsa, rakiplerimizle konuşabilmek için bunu böyle olduğunu kabul edebiliriz. Asıl belirtmek istediğğimiz husus, ırklar arasındaki bilimsel ve zahiri farklılıklarındünya-görüşüne bağlı bir durum olduğudur. İdeolojik bir sorun değildir bu. Yani dünyayı ve insanı bilimsel açıdan incelediğimizde insanların soy bakımından kimi farklılıklara sahip olduğunu görmekteyiz. Bu aşamada “gerekir” ve “gerekmez” ile herhangi bir işimiz yoktur ve kimseyi de “iyi” ve “kötü” olarak değerlendirmiyoruz; ama “Bunu derisi beyaz, öbürkünün şöyle” diyoruz. Peki, soy-perest ne yapıyor? Soy-perest, dünya görüşüyle ilgili bir durumdan ideoloji çıkarımında bulunmaya çalışıyor. Diyor ki, “Tabiat soylar arasında fark gözetmiştir; öyleyse bizim de soylar arasında fark gözetmemiz gerekmektedir”.
   İşte soyperestlik burada ortaya çıkıyor. Soyperestliği bilimsel göstermek için bilimsel deliller sıralayan kitapları okuyun da yazarlarının bilimin yardımıyla ırklar arasındaki doğal farklılıkları kanıtlamak için nasıl çırpındıklarını görün! Bu yazarlar efsane ve gerçeği, doğru ve yanlışı birbirine ulamakta; bu tür farklılıkların var olduğunu ve varlığını inkar etmenin mümkün olmadığını ispatlamaya çalışmaktadırlar. Onların görüşüne göre artık bu giriş ile daha sonraki sonuç (soyperestlik) arasında herhangi bir mesafe bulunmamaktadır. Yani, ırklar arasında farklılıklar bulunduğunu ispatlamak yeterlidir. Bir kez bu ispatlandıktan sonra, onların görüşüne göre artık bizim de ırklar arasında ayrım gözetmemiz ve farklı haklara sahip olduklarını kabul etmemiz kendiliğinden gerçekleşmiş olacaktır.
   O “olan”dan (hest) çıkan bu “gerekir” (bayed), dünya-görüşünden doğan ideolojidir ve bu durum, soyperestliği bir farize ve bir görev olarak bugün bulunduğu noktaya taşımaktadır. İster soyperestliğe taraftar olsun, ister karşı; asıl önemli olan husus, taraftarlığın veya karşı oluşun bilimsel verilere dayandırılamayacağıdır.
   Soyperestliği reddetmek ve geçersiz kılmak için de şu hatayı işleyenlerin sayısı az değildir. Bunlar soyperstliği geçersiz kılmak için, sözünü ettiğimiz bilmsel verileri inkar ediyor ve “kimi satılmış doktor ve bilginler soyperestlerce istihdam edilmiş ve bunlar çıkarcılık, bencillik, sınıfsal eğitim ve kişsel zaaflardan ötürü bilimsel gerçekleri saptırarak ırkların birbirinden farklı olduğunu savunmuşlardır” demektedirler.
   Eğer olaya dikkatli bir şekilde yaklaşacak olursak, bu reddedicilerinde sonucundan kaçmak istedikleri aldatmacanın aynısını işlediklerini görürüz. Bunlar öyle sanıyorlar ki, eğer ırkların birbirinden farklı olduğu ispatlanacak olursa artık yapılacak bir şey kalmayacak ve ister istemez ırkları sahip olacağı hakların da farklı olması gerektiği kabul edilecekti. Bu yüzden de bütün gayretleriyle o bilimsel verileri reddetmeye ve geçersiz kılmaya çalışıyorlardı. Oysa biz bugün ırklar arasındaki farklılıkları bütünüyle kabul ettiğimiz halde aralarında haklar bakımıundan bir farklılık gözetmiyoruz. Bunun tersinin de gerçekleşmesi mümkündür: İnsanların birbirinden farklı saymadığımız halde, haklarını farklı sayabiliriz. Yani dünya-görüşümüz bize hiçbir zaman ideolojimizi doğrudan doğruya dikte etmemektedir.
   Ben zihinleri bu yanlış çıkarımda bulunmayı huy edinmiş birçok kişinin İslam’da kadın ve erkeğin haklarının farklı oluşunu İslam kanun koyucusunun gözünde bunların değerinin farklı olduğuna bağladıklarına ve bu değer farklılığının da onların yaratılıştaki doğal farklılıklarından ileri geldiğini savunduklarına birçok tanık olmuşumdur. Bunlar nerede bir hukuksal farklılık varsa bunun bir değer farklılığının göstergesi olduğunu sanmış ve bu değer farklılığının kişinin dünya-görüşünden kaynaklandığını varsayarak İslam’da kadın ve erkeğin farklı vücut yapılarına sahip olduklarından dolayı aşağı ve üstün şkelinde birbirinden kesin olrak ayrıldıklarını ve bu ayrımın hukuksal farklılığa da yol açtığını kabul etmişlerdir. Oysa bu, kuruntudan başka bir şey değildir. Tabiat vefazileti bir sayan ve doğal farklılığı değere ilişkin farklılıkla eşit hale getiren düşünce şeklini ortaya çıkaran bir kuruntudur bu. Ne hukuksal farklılık her aman değer farklılığından ileri gelmektedir ve ne de değerdeki farklılık vücut yapısı ve yaratılış farkından kaynaklanmaktadır! Bu giriş, hiçbir zaman o sonucu doğurmaz ve kurulan bu ilişki her zaman için geçersizdir. İslam’da kadın ve erkeğin değeri eşit sayıldığı halde (değer sadece takvadan kaynaklanmaktadır) hakları birbirinden farklıdır ve bu hukuksal farklılığın köklerini başka yerde aramak gerekmektedir.
 
 
   İdeolojinin dünya-görüşünden çıkarılmasının ikinci örneği, sömürünün, başkasının hakkını yemenin, güçsüzü öldürmenin ve zorbalığın bilimsel yolla olduğundan farklı gösterilmesidir. Zorun mantığı her zaman bilimsel mantık olagelmiştir. “Bilimsel mantık”tan kastım, yerine getirilmesi gereken şeylerin (teklif), bilimden çıkarılması gerektiği esası üzerine kurulmuş düşünüş şeklidir. Zulüm ve zorbalıklarını bu tür bir düünüş temeline oturtan yamyam ve zorbaları sayısı az değldir. Bunlar, “Tabiat alemi kandökme, zorbalık ve sultacılık üstüne kuruludur. Tabiatın pençe ve dişleri kana boyalıdır” (Bu ifade, Darwin’i savunanlardan miras kalmıştır), “Tabiat yırtıcı ve kan içicidir; güçlü hayvanlar yaşasın diye güçsüzleri katletmektedir. Evrim kanunu acımasızdır.” (Bugün kitapları birçok kişi için İncil ve kanun hükmünde John Pfeffer ve benzeri yazarların çokça kullandıkları bir ifadedir bu), “Filan varlık kimdir ve hangi soydan gelmektedir? Diye sormaz. Bir varlığın yokedilme zamanı geldiğinde hemen boğazını sıkar ve ölüsünü tarih çöplüğüne fırlatır. Tabiat düzeni, güçsüzü öldüren ve güçlüyü koruyan bir düzendir” 
 
      Birov qevi-şo eger rahet-i cehan talebi
      Ke der-nizam-i tabi’at ze’if pamal-est  
   
     (Dünyada rahat etmek istiyorsan güçlü ol
     Tabiat düzeninde güçsüz ayaklar altındadır)  
 
“Güçlülerin ileriye çıkması, nüfuz sahibi olması ve gelişmesi; buna karşılık güçsüzlerin ayaklar altında kalması tabiatın fermanıdır.” Demektedirler.
   Benim amacım bu hususta hakemlik etmek değildir ve bu yüzden de yukarıdaki ifadelerin doğru olup olmadığını tartışmayacağım. Ama şunu söylemeliyim: Bütün bunlar dünya-görüşünün içinde yer alırlar; çünkü canlilar dünyasının tarihini dile getirmektedirler.
   Bundan sonra sıra ideoloji çıkarımında bulunmaya geliyor. Hitler ve Bismarck gibi güçlü kişilerle, Spencer ve Kidd gibi okuryazarlar, görevleri (teklif) yukarıda sözünü ettiğimiz nitelemelerden (tavsif) çıkarmışlardır. Ne tür şeyler oldukları belli olan görevlerdir bunlar! Zafer kazanmışlarla zorbaların yararına ve mahrumlarla ezilmişlerin zararına olan görevler…
   Hiteler’in boş sözler söylediğini ve Ariyen Irkı’nın üstünlüğünü savunurken hiçbir kaynağa başvurmadığını sanmayın. Tersine, daha önce sözünü ettiğimiz türden bilimsel(!) çıkarımlarla dolu bir cadı çıkını vardı yanıbaşında. Kendisinden önce ve kendi zamanında Alamanca ve başka dillerde yayınlanmış birçok kitap “tabiattan ders almayı” öğretiyor ve tümü de “devrini tamamlamış” varlıkların sürülüp yok edilmesine fetva veriyordu. Hitler Bey’in mantığı hiç de yeni bir mantık değildi. “O ki tabiat zorba ve acımasızdır ve güçsüzleri yokedicidir; o halde biz de zayıfları yok eden zorba ve acımasız kişler olmalıyız” diyenlerin bilimsel ideolojilerinin devamı niteliğindeydi onun mantığı. Bu görüş, Hitler’in iddia ettiği tezin mayası, temeli, kalbi ve ruhuydu. Ama Hitler, sözlerini süslemeden sarfedecek kadar ham ve siyasetsiz biri değildi. Tersine, onları aldatıcı ve cazibeli bir ambalaj içinde savunuyordu o.
   Mü’minlerin Emiri Ali’nin güzel bir sözü vardır; diyor ki:
“Şüpheye, hakka şebahet (benzerlik) taşıdığı için şüphe diyorlar. Eğer hakkı batıla karıştırmaktan korursak kimse için herhangi bir şüphe söz konusu olmayacaktır. Yani herkes hakkı tanıyacak ve benimseyecektir. Yine eğer şüpheli sözü hakka karışmaktan uzak tutarsak herkesçe o sözün doğru olmadığı anlaşılmış olacaktır. Ama genellikle ondan bir bölüm şundan bir bölüm alınmakta ve bunlar birbirine karılmaktadır. Doğru yolun deneyimsiz kişi için güçlüklerle dolu olmasının sebebi işte budur”
 
   Eğer Hitler, “tabiat zorbadır; o halde benim de zorba olmam gerekir” deseydi herkes ona karşı ayaklanırdı. Ama o başka bir ifade şekli seçmişti. Hitler’ in devlet başkanı olmadan önceki söylevleri şu anada mevcuttur. Bu söylevlerinden birinde diyor ki:
   “Eğer tabiat kanunlarına saygı göstermezsek” (Şu “tabiata saygı” deyimşne bakın ki ne kadar saygı duyulacak bir ifadedir) “bir gün gelecek mikroplar dünyayı istila edecektir”
   Demek istiyordu ki, “Darwin’in teorisine göre evrim tek hücrelilerden başlamış, daha sonra mikroplara ve kurtçuklara ulaşmış ve sonra da bunlardan bitkiler, hayvanlar ve insanlar meydana gelmiş; ve bütün bu evrim süreci çinde her zaman değersizler ve güçsüzler toprağa karışıp yolk olmuş ve onların bu yok oluşu sayesinde daha güçlü olanlar yücelmiştir. Durum bu iken, eğer bu tabiat kanuna saygılı olmaz ve güçsüzleri ortadan kaldırma yoluna gitmezseniz evrim süreci tersine işleyecektir. Siz ortadan kalkacaksınız ki ve dört ayaklılar dünyaya hakim olacaklar ve bu alçalma mikropların dünyayı istila etmesine kadar devam edecektir”
   Hitler, söylevinin devamında, “Hristiyanlık insanlığın çöküş kültürüdür” diyor ve bu sözüyle şunu kastediyordu: “Hristiyanlık yoksulların ve güçsüzlerin elinden tutulmasını ve acizlere merhamet edilmesini tavsiye etmekle insanlığı alçaltmıştır. Yorgun düşenlere merhamet edilmesi ve güçsüzlerin korunması tabiat düzenine aykırıdır. Tabiat düzeninde güçsüz, ayaklar altındadır. Eğer Hristiyanlık yaşarsa insanlık yok olacaktır.”
   İşte bu “nasıldır” dan “ne yapmak gerekir”in çıkarılmasına bir örnektir.
 
 
   Konumuzun başlığıyla daha fazla yakınlığı olan başka bir örnek de verilebilir. Bu örnek, savaşımın özü ve bu özün tabiattaki tezattan kaynaklandırılmasına ilişkindir. Denilmiştir ki, “Savaşım vermek gerekir; çünkü savaşım, dünyamızı oluşturan yapının bir parçasıdır.”
   Bu sözle anlatılmak istenen şudur: “Diyalektiksel mantığa göre dünyanın her bir yanında zıtlar birbirinekarşı amansız ve bitimsiz bir savaşım vermektedirler. Dünya, sonu gelmez bir savaş sahnesidir. Eğer her zerrenin kalbini yarıp bakacak olursak içinde iki savaşçıyla karşılaşırız.”
  
 
   Mevlevi’nin dediği gibi:
      İn-cehan ceng-est çun kul bingeri
      Zerre zerre hem-çu din ba-kafiri
      An-yeki zerre hemi borde bı-çep
      V’an-diger su-yi yemin ender-taleb
      İn-cehan z’in-ceng qaim mi-buved
      Der-anasır der-neger ta hel-şeved
      An-cehan coz baqi-yo abad nist
      Z’an ki terkib-i vi ez-ezdad nist.
 
      (Hangi yanına baksan bir savaştır bu dünya
      Zerre zerre tıplı küfürle savaşan din gibi
      Bir zerre sola çekmek istemekte herşeyi
      Öbürü sağa çekmek istemekte herşeyi
      İşte dünya bu savaş sayesinde ayakta
      Bırak sürsün bu savaş bir sonuca çıkılsın
      Hem bayındır hem ebedidir öte dünya
      Çünkü zıtlar üstüne terkip edilmemiştir.)
 
   (Bu şiirini aktardım diye Mevlevi’nin de bugünkü anlamıyla diyalektik çelişmeye inandığı sanılmasın. Mevlevi başka şiirlerinde bütün bu olup bitenleri aşk bağıyla birbirine bağlamaktadır. Yani Mevlana’nın gözünde tüm dünya varlıkları hem rezm (savaş) iindedirler ve hem de bezm (düğün) içinde.)
   Zıtların çekişip savaştığını savvunan diyalektik öğreti, savaşımın niçin’ine, yani “Niçin savaşım vermek gerekir?” sorusuna şu cevabı vermektedir:
   “Dünya görüşümüzde dünyada zıtların savaşım içinde olduğuna inandığımıza göre ideolojik tavır alışımızda da savaşım vermemiz gerektiğine inanıyoruz. Başka bir söyleyişle, savaşımın niçinini açıklamış olmak için zıtların savaşımını açıklamız yeterlidir.”
   İşte ideolojiyi dünya görüşünden “farize”yi (görevi) “faraziye”den (varsayımdan), “gerekir”i “olan”dan ve “teklif”i (görevi) “tavsif”ten (nitelemeden) çıkarmanın bir örneği de budur. Aslında bu çıkarım bizim temel sorunumuz olan “Kim savaşım verebilir?” sorusunun cevabıdır. Bu çıkarımın gücünü ve doğruluğunu daha sonra deneyeceğiz.
 
 
   Yukarıdaki hususlarla ilgili olarak değineceğimiz son konu, sözünü ettiğimiz türdeki çıkarımların hayrete düşürücü ve ibret verici en belirgin örneği olan Toplumsal Darwinizm’dir. Evrim (teorisi) ve Darwinizm, herkese istediği herşeyi bağışlayan bereketli ve cömert bir cadı çıkını ve herkesin canının çektiği her çeşit yemeği bulabildiği bir genel sofraydı. Bilimsel Darwinizm’den ne çok ideolojinin türetildiğini anlamak için 1880-1920 yılları zarfında sadece Amerika ve İngiltere’de yayınlanan kitaplara bir göz atmanız yeterlidir. (Fransa’da bu tür çıkarımmlar daha az olmuştur. Bildiğim kadarıyla sadece Guyau ve başka birkaç kişi bu tür düşünceyi savunmuşlardır.)
   Toplumsal darwinizm bir öğreti olarak Amerika ve İngiltere’de gelişip serpildi. Darwinist biyolojik evrimi toplumsal gidiş ve yöntemlere kaynak sayan ve Tabiat Darwiniyle omuz omuza vererek bir Toplum Darwin’i meydana getirmeye çalışanların sayısı çok fazlaydı. Bunlar canları ne istiyorsa ve neyi arzuluyorlarsa Darwinizm’den çıkarabiliyorlardı. Bu çıkarımları da şu şekildeydi:
   Bunlar Darwinizm’i bie dünya görüşü olarak benimsemişlerdi ve bu dünya görüşünden, uydurma ideolojiler türetiyorlardı. Gemsiz Kapitalizm isteyenler, ticari rekabet alanında kişilere ve sermayelere mutlak özgürlük verilmesi gerektiğine ve alış verişlerle muamelelere devletin hiçbir şekilde müdahale etmemesi ve herhangi bir sınır getirmemesi gerektiğine inananlar bu görüşlerini Darwinizm’e dayandırıyor, serbest rekabetin bir tabiat kanunu olduğunu ve hiçbir varlığın alınyazısının savaş meydanından başka bir yerde belirlenemeyeceğini savunuyorlardı. Onlara göre tekellerin ve büyük ticaret şirketlerinin ortaya çıkıp küçük esnafı yutması tabiat kanununun bir gereğidir ve Toplumsal Darwinizm’in kuralları doğrultusunda gerçekleşmektedir.
   Bunların tam karşısında, devletin etkin ve sınırlayıcı müdahalesine taraftar olan ve sermayedarlara dizginsiz bir şekilde kazanç sağlama imkanını verecek en ufak bir pratik özgürlüğe taraftar olmayan pişkin Sosyalistler yer almaktadır. Bunlar da öğretilerini Darwinizm’e dayandırıyorlar ve toplumdaki sınıfsal çatışmanın tabiattaki hayvanların çatışmasının bir kopyası olduğunu iddia ederek bu sınıfsal çatışmanın Sosyalizm’e ulaşmasıyla rekabetin ortadan kaldırılmasına hümedeceğini savunuyorlardı.
   Bu iki zıt kutbun arasında daha başka bir sürü ideoloji yer alıyordu. Şiddet yanlılığı, ılımlılık, bireycilik, tolumculuk, bencillik, kişi-perestlik, anarşizm, disiplincilik, devrimcilik, devrim karşıtlığı; bütün bunlar, günahsız Darwinizm’den kaynaklanıyorlardı. Tüm öğreti sahipleri, peşin hükümlerinden devşirdikleri gözlüklerle Darwin’e bakıyor ve onda kendi istediklerini görüyorlardı. Ama asıl ilginç husus, bu Toplumsal Darwinistler’in bir kısmının devrime karşı ve onu tabiatın normal gelişim seyrine müdahale eden ve evrim kanunlarına saygısızlık eden bir hareket olarak algılamasıydı. Başka bir ifadeyle, bunlar evrim ile devrimin çeliştiğini kabul ediyorlardı. Ama yirminci yüzyılın ilk on yılında biyolojide değişim (mutation) kuralı keşfedilince Devrimci Sosyalistler, “Tabiat da devrime fetva veriyor ve bazen bir ayaklanışla bir durumdan öbürüne sıçranabilir” diye ortaya atıldılar.
   Günümüzde sosyal darwinizm düşüncesi bilimsel ve felsefi açıdan ölüp gitmiş bir düşünceye dönüşmüş olduğu halde, hala bazıları bu cesetten mucize beklemeye devam etmektedirler. Biraz dikkat edecek olursanız bu düşüncenin uzantılarına siz de çevrenizde tanık olabilirsiniz. Ben aralarında bir çok Müslümanın da yer aldığı çoğu kişinin toplumlarını tanıma yönünde çaba harcayıp toplumsal savaşıma katkıda bulunarak tarihin şu aşamasında üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmeye çalışırken hayvanların evriminden yola çıktıklarını çok görmüşümdür. Ama ben hala bu iki şey arasındaki ilgiyi anlayabilmiş değilim. Evet, canlıların gelişim seyrini bilimsel bir şekilde anlayıp açıklamak çok önemli ve tasvip edilir bir harekettir; ama bununla ideoloji ve insanın savaşımı arasında ilgi kurulması benim için anlaşılır bir şey değildir. İşte “bu hastalık henüz bütünüyle iyileştirilebilmiş değildir, bu mikrop hala kimi yerlerde mevcuttur ve bu küflenmiş leş hala birçok kişinin düşünce ve savaşımlarını beslemektedir” dememin sebebi de budur.
 
   Buraya kadar andığıız örnekler dünya görüşünden çeşitli şekil ve türlerde ideolojiler türetilmesinin ne anlama geldiğini ve bu işle nereye varılmak istendiğini göstermektedir.
   Şimdi de sıra, bu işin neden yapılamayacağını açıklamaya; hatanın nerede olduğunu göstermeye; dünya görüşünün ideolojiye bir köprüyle bağlanmasının hangi sebepten ötürü doğru olmadığını ve bu yoldan geçmenin niçin yasak olduğunu göstermeye gelmiş bulunmaktadır.
İddiamızın çok sâde ve mantıkî bir delili vardır. Bu sâde mantıki delil, “var olan”dan (hest) “gere­kir”e (bâyed) geçilemeyeceğidir. Dünya-görüşünün «var olanlar bütünü», ideolojinin ise «gerekirler bü­tünü» olduğunu gördük. Mantık bize «var olan»dan «gerekir»e ulaşılamayacağını öğretmektedir. Bu hu­sus çok önemlidir. insanın bu hususu bulması için asırlar gerekmiş ve nihayet onsekizinci yüzyılda keş­fedilmiştir. Ama ne yazık ki birçok kişi hâlâ bu bü­yük mantıki keşfi bilmemekte, ondan habersiz yaşa­maktadır. Mantık, doğru düşünme yolu, yanlışları tesbit metodu ve öncüllerden sahih sonuçlara ulaşmayı öğreten bir yöntemdir. Mantık, teknik kalıplar için­de sunulduğu zaman katı bir bilim olarak ortaya çık­makta; kimileyin hiçbir yararı olmayan ve sâdece kil u kâl'e yarayan bir şey olarak görülebilmektedir. Ama gerçek şudur ki hiçbir zihin mantığın yardımı olmadan düşünme görevini yerine getiremez. Hepimiz düşüncelerimizi açıklarken mantıktan yararlanmakta ve bir yöntemle belirli öncüllerden belirli sonuçlara ulaşmaktayız. Aynı şekilde hepimiz, mantığın teknik ve matematiksel yöntemlerine âşinâ olmasak bile ki­mi sonuç-çıkarımlara karşı çıkmakta ve bu sonuç-çıkarımların, öncülleriyle bir ilgilerinin olmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktayız.
     Mantık, insan zihninin düşünce için kurallar ve ölçüler belirleyen ve düşünceye yol gösteren en yü­ce etkinliklerinden biridir. Eğer bir öncülden her türlü sonuç-çıkarımının mümkün olduğu kabul edilecek olursa o zaman büyük bir karmaşanın içine yuvarla­nır ve türlü hezeyanlarla yüzyüze geliriz.
«Filanın sözleri yoğurt ve kapıdır.» denildiğini işitmişsinizdir. Yani o adamın delil getirmesi ve sonuç-çıkarımında bulunması şu şekildedir: Der ki, «Yo­ğurdu örterler; kapıyı da örterler.»; ve sonra da sonuç-çıkarımında bulunur: «O halde yoğurt, kapıdır.» Ama hepimiz biliyoruz ki bu sonuç-çıkarımı yanlıştır, kabul edilebilir bir şey değildir. Yani o öncülden bu sonuca ulaşmak mümkün değildir.
Bu yanlışlıkların delili her ne olursa olsun, zi­hin bir hatâ ve aldatmanın sözkonusu olduğunu ve bu sonuç-çıkarımını kabul edemeyeceğini anlar. Hepi­miz bu tür yanlış sonuç-çıkarımlarm birçok örneğine tanık olmuş ve yanlışlıklarını rahatlıkla anlamışızdır. Ama sorun her zaman o kadar açık değildir ve kimi-leyin daha dikkatli olmak gerekmektedir.
Ben burada onun aydınlığında incelediğimiz ko­nuyu açıklamak maksadıyla mantık hakkında kimi açıklamalarda bulunmak istiyorum. Bu hususta hav­salanızın genişliğine ve uygun olanı kabul etmeye yö­nelik tavrınıza umut bağlamış bulunmaktayım.
*
Mantıksal çıkarımlarda [istintaç] hiçbir zaman bir dizi öncüllerden (muqaddemat) yola çıkarak o ön­cüllerde kullanılmayan özelliklere sahip çıkarımlara ulaşmak mümkün değildir. Bu şart, tek başına yeterli olmamakla birlikte, bir mantıksal çıkarımın doğrulu­ğunun gerek-şartıdır (şart-ı lâzım). Siz eğer, «Hasan gençtir.»; «Hasan iranlıdır.»; «Hasan okul okumuştur.» der ve sonra da, «Öyleyse Hasan hastadır.» sonucuna ulaşırsanız, bu sonuç-çıkarımınızın kabul edilmesi mümkün değildir. Bu, Hasan gerçekten hasta bile ol­sa böyledir; çünkü o öncüllerden böyle bir sonuca ulaşılamaz ve   bu   çıkarımı yapan   kişinin Hasan'ın hasta olduğunu ispat etmek için başka öncüllerden yararlanması gerekmektedir. Bunun sebebi, öncüller­de hastalıktan   hiç söz edilmemesidir.    O öncüllerde hastalık kelimesi veya hastalığı hatırlatacak herhangi bir kelime kullanılmamıştır. Bu nedenle de hastalık kelimesini içine alan bir sonuç, o öncüllere yabancı kalmaktadır. Bu yabancılık ise öncül ile sonuç ara­sındaki ilgiyi ortadan kaldırmaktadır. Bu sebeple, is­ter «Hasan hastadır.» diyelim,    ister «Hasan Müslümandır.»   diyelim, bu   sonuçların hiçbiriyle o öncül­ler arasında bir bağ olmayacak ve sonuçlar öncüllere yabancı kalacaktır. (Tekrar ediyorum: öncüllerde bu­lunmayan   bir kelimenin sonuçta da yer   almaması doğru bir mantıksal çıkarımın gerek-şartıdır. Ancak yeter-şartları (şerayıt-ı kâfi)   elde etmek için bu gerek-şartı başka gerek-şartlarla   (şerayıt-ı lâzım)   bir­leştirmek gerekmektedir. Aynı şekilde, «Hasan genç­tir.»; «Hasan okul okumuştur.»; «Hasan iranlıdır.» ön­cüllerinden yola çıkarak, «öyleyse su akıcıdır.» sonu­cuna ulaşmak da mümkün değildir. Yani tıpkı suyun akıcı olduğu sonucunun bu öncüllerden çıkarılama-ması gibi, Hasan'ın hasta olduğu sonucu da bu ön­cüllerden çıkarılamaz. Hatta «Hasan hastadır,» sonu­cunun «Su akıcıdır.» sonucuna oranla bu öncüllere daha yakın olduğu da sanılmamalıdır. Bu sonuçların her ikisi de o öncüllere aynı oranda yabancıdır ve o öncüllerin söylenip söylenmemesinin bu ayakları ye­re basmayan sonuçları etkilemesi mümkün değildir.
Eğer sonuca bir yabancı kelimenin nüfuz etme­sine göz yumacak olursak, ortada hiçbir engel, sı­nır ve kural kalmayacaktır. Ardından sonuca iki. üç, dört vd yabancı kelimenin girmesi için yol açılacak ve bir de bakacağız ki öncüllerde gökten (âsman) sözederken, sonuçta ipe (risman) asılmışız.
     Buna ek olarak, hiçbir «olgu» hiç kimseye «belirli bir tavır takınma »görevini yüklemez. Başka bir söyleyişle, her dış olguya (vaqı'iyyet-i haricî) en az iki şekilde tepki gösterilebilir ve bu yüzden de «olan» dan (yani «olgu»dan), «gerekir» çıkmaz. Ateşin var olması kendiliğinden o ateşle ya yemek pişirmeyi ve­ya bir yoksulun evini ateşe vermeyi göstermez. Su­yun var olması kendiliğinden ya onu içmek veya onunla yıkanmak gerektiğini telkin etmez. Susamışlı-ğm var olması kendiliğinden ya onu gidermeyi veya kendi haline terketmeyi gerektirmez. Zehirin var ol­ması ya onunla düşmanı zehirlemeyi veya intihar et­meyi icap ettirmez. Bir dış olgu karşısında her za­man birçok tavır takınılabilir. Bu tavırların hiçbiri o olgunun kendisinden kaynaklanmaz. Dünyadaki evri­min kendisinden yola çıkarak onun yolunda yürümek gerektiği sonucuna ulaşılamaz. Bu olgu (evrim olgu­su) karşısında iki şekilde tavır almak mümkündür: Onun doğrultusunda gitmek, veya onun zıttına doğ­ru hareket etmek. Bu yüzden de, olan (vaqı'iyyet), kendiliğinden kimseye farize ve görev (bâyed) telkin etmez. Bir dış olgu karşısında takınılabilecek çeşitli tavırların arasından birini seçme işi ideolojinin; biz­zat kendisi de olgulardan türememiş olan ideoloji'nin görevidir. Çünkü bunun dışındaki yöntem bizi yeter­sizlik hastalığına sürükleyecektir. «Niteleme'den (tav­sif) görev'e (teklif) yol gitmez; seçim ve değerlendir­me için başka bir kaynaktan yardım almak gerekir.» dememizin sebebi budur.
**
Bu açıklamalardan sonra asıl konumuza geçebi­liriz.
Gördüğümüz gibi, dünya-görüşü bir nitelemeler bütünü; ideoloji ise bir görevler bütünüdür.
Niteleyici yargı (qazaya-yı tavsifi) şöyle der: Dün­ya şöyledir, veya şöyle değildir. Allah  vardır, veya Allah yoktur. Varlık sadece maddidir, veya madde -dışıdır da. Kıyamet var, veya Kıyamet yok. Canlılar tarihinde evrim meydana gelmiştir, veya evrim mey­dana gelmemiştir.
     Dünya-görüşünde sözü edilen her şey bu türden­dir.
     öteyandan   ideolojide deriz ki:    Savaşım yolunu izlemek gerekir. Soylar arasında ayrım gözetmek ge­rekir (veya ayrım yapmamak gerekir). Güçsüzü kat­letmek ve sultacı olmak gerekir   (veya bunları yap­mamak   gerekir)   vb. Yani,   dünya-görüşünde   «gere­kir» kelimesinin yeri yoktur; oysa ideoloji «gerekir» kelimesi üstüne kuruludur. O halde, eğer «Tabiat soy­lar arasında fark gözetmiştir.» öncülünden (ve «var» ile «yok» yargılarını içeren ve dünya-görüşü kapsa­mına giren daha yüzlerce   yargıdan)   yola çıkarak «Soylar arasında fark gözetmek   gerekir.»    sonucuna ulaşmaya çalışırsak, birbiriyle ilgisiz sözler etmiş olu­ruz. Mantıksal olarak bu yol kapalıdır ve sonuç, ön­cüle yabancıdır. Sair hususlar da böyledir. Canlılar dünyasındaki değişimden yola çıkarak bu niteleme­den   (tavsif) bizim de evrime ayak uydurmamız (!) gerektiği sonucuna ulaşılamaz.    Bu ilgi geçersizdir; dünya-görüşünden ideolojiye   köprü   kurulamaz.   Bu yargının zıttı da sahihtir. Yani, ideolojiden de dünya-görüşüne ulaşamazsınız.  «Evrimleşmemiz gerekti­ğine göre, o halde dünya ve tarih de hareket halinde ve evrimleşme yolundadır.» diyemezsiniz. Ne bundan ona ulaşabilirsiniz, ne de ondan buna. Arada dikenli tel vardır ve geçiş yasaktır.
*
     Bir dünya-görüşünden iki tür bilimsel çıkarımda bulunulabileceğinin, başka bir ifadeyle, bir «olan»dan iki «gerekir» çıkarılabileceğinin gözle görülür ve elle dokunulur tarzda anlaşılması; daha doğrusu, «olan» ile «gerekir» arasında herhangi bir ilgi bulunmadığı­nın anlaşılması için aşağıda vereceğim örnekler ol­dukça ilgi çekicidir.
Bu örneklerden biri, kimi düşünürlerce ideoloji­nin dünya-görüşünden çıkarılabileceğini ispat etmek maksadıyla kullanılmıştır. Ama biraz dikkat edilecek olursa bu görüşün yanlışlığı anlaşılacaktır.
iranlı edebiyatçılardan Hayyam ve Ebul-A'lâ Ma'arri benzer dünya-görüşlerine sahiptirler ama ideolojileri birbirinden bütünüyle farklıydı. Mantıksal olarak dünya-görüşünü ideolojiden çıkarmanın yolu kapalı olduğundan, bunlar birbiriyle bütünüyle çeli­şen iki yolu denemişlerdir.
Hayyam'ı hepimiz tanırız. Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla, (bu şiirlerin Matematikçi Hayyam'a mı, yoksa Hayyam adlı bir şaire mi ait olduğu bir yana), mutlak bir şüphe ve şaşkınlık içindeydi. Tam bir şaş­kınlık ve karanlık [zulmet] içindeydi. Kendisi için ev­renin başlangıcı ve sonu bir anlam ifade etmiyordu. Onun gözünde ölüm ve hayatın kabul edilebilir bir anlamı yoktu. özellikle de ölüm sorunu onun açısın­dan izah edilebilir bir şey değildi. Dünya ve insan, hiç içinde hiçti; mutlak ve demirden bir zorlayışın (cebr) mahkûmuydu. Şiirleri ölüm muamması ve hayatın so­na ermesinden duyulan ıstırapla dolup taşmaktadır. «Koparılan tere otunun yerden yeniden bitmesi gibi» yeniden dirilmeyeceğine hayıflanmaktaydı. Şunu isti­yordu:
Ey-kâş ke câ-yi âremîden bûdî
Yâ in reh-i dûr-râ resîden bûdî
Ey-kâş pes-ez hezâr sâl ez-dil-i hâk
Çon sebzi omîd ber-demîden bûdî
 
(Ne olurdu rahat edecek bir yer olsaydı
Veya bu uzun yolun sonu olsaydı
Keşke toprağın yüreğinden binlerce yıl sonra
Bitki gibi yenibaştan dirilme nasip olsaydı)
(Sadık Hidayet'in de bu rubaiyi çok okuduğu aktarılmaktadır.) [Hayyam], insanın durumu ve sa­hip olduğu alınyazısından dolayı şöyle yakınmaktadır:
Câmîst ke cerh aferin mî-zenedeş
Sad buse mehr ber-cebîn mî-zenedeş
V'in kûzeger-i dehr çenîn câm-i latîf
Mî-sâzed-o bâz ber-zemîn mî-zenedeş
 
(Bir kadehti ki felek âf dinlemişti onu
Yüzlerce kez sevgiyle öpüvermişti alnını
Lâkin onu yapan zaman çömlekçisi bir gün
Güzelliğine hiç bakmadan yere vurdu onu)
Hayyam'ın bu dünya-görüşünden çıkardığı sonuç, fırsatı ganimet sayıp gününü gün etmekti:
Çon âqibet-i kâr-i cihan nîstist
Engâr ke nişti çon hesti hoş-bâş
 
(O ki dünya işlerinin sonu hiç
Unut varı yoğu gönlünü hoş tut)
Onun mesajı ve yöntemi buydu.
 
     Ebul-A'lâ Ma'arrî de iranlı, Şirazlı bir filozof ve Arap edebiyatının büyük isimlerinden biridir. O da (Hayyam'la aynı dünya-görüşüne sahipti. Sözlerinde kimileyin dini inançlarla açık bir şekilde alay edil­diği göze çarpmakta ve Kur'an'la yarışmak için şiir­ler yazdığı söylenmektedir. Hasılı, Hayyam'ın sahip olduğu tereddütler, bunalımlar ve şaşkınlıkların tü­müne sahip bir kişiydi. Uzun bir ömür sürmesi, öm­rünün sonunda kör olması ve hiç evlenmemesiyle de tanınmıştır. Mezar taşma şunların yazılmasını iste­mişti:
«Babamın işlediği cinayet benim dünyaya gelme­me ve ölmeme sebep oldu; ama ben kimseyi öldürme­dim.» Yani, evlenmedim, çocuk sahibi olmadım ve kimseyi ölümün pençesine teslim etmedim.
Ebul-A'lâ, Hayyam'ın aksine hiçbir şekilde mutlu olmadı ve fırsatı ganimet saymadı. Kendine çok ezi­yet ediyordu. Sıkıntı çekiyordu. Az yiyordu. Et yemi-yordu. Hayatı kendine zindan etmişti. Ne içkiye mey­letmiş ve ne de eğlenceye yönelmişti. Bir şair, has­talığını ve ölümünü şöyle dile getirdi:
Qısse şenîdem ke Bul-E'lâ bı-heme-i 'omr
Lahm ne-hord-o zevât-ı lahm ney-âzord
Der-maraz-ı mevt bâ-işâret-i destur
Hâdim-i û cüce bâ-bı mehzer-i û bord
Hâce çon ân-morğ-ı koşte did ber-âşoft
Eşk-i tehassur-i zehr-i dîde beyefşord
Goft bı-morğ ez-çe şîr-i şerze ne-geştî
Tâ netevâned keset bı-hûn keşed-o hord
Merg berâyi ze'îf emr-i tebî'îst
Her qevî evvel ze'îf koşt-o sıpes mord
(Dediler ki Ebul A'la bir ömür boyu
Ne et yedi ne de eti ağzına aldı
Ölüm yatağındayken hizmetçisi ona
Bir tavuk pişirip huzuruna getirdi
Tavuğa olanı anlayınca Hoca'nın
Gözlerinden zehirli yaşlar boşandı
Tavuğa dedi ki: Neden kükreyen aslan
Olup da ölümden yenmekten kurtulmadın
Ölüm güçsüz olan için doğal bir iştir
Güçlüler önce öldürür sonra ölürleri)
 
     Hastalığını unutmuştu. Tabiat sisteminden, dirilişi olmayan ölümden ve ölümün acılığından söz edi­yordu. Tavuğa diyordu ki, «Neden bu kadar güçsüz oldun da seni yiyeyim diye öldürülmene izin verdin? Niçin bizi yemek için aslan olmadın? Niçin?»
Biçare ölmek üzereydi ama oturmuş, tavuğun öl­mesine ağlıyordu.
* **
Bu ibret verici örnek, bir dünya-görüşünden de­ğişik ideolojiler çıkarılabileceğini gösteren güzel bir misâldir.
Eğer buraya kadar size, ideolojiyi dünya-görüşün­den çıkarmanın mümkün olmadığı ve görev (teklif) ile niteleme (tavsif) arasında mantıksal açıdan bir bağ bulunmadığı görüşünü kabul ettirebildiysem, bu durumda, yüzde yüz bilimsel olan bir öğretinin savaşım'a davet edemeyeceği; bu tür bir öğretinin sahip olduğu bilimsel dünya-görüşünden «Savaşım vermek gerekir.» prensibini çıkarmanın mümkün olamayaca­ğı hususunda herhangi bir tereddüdünüz kalmamış demektir.
Başka bir söyleyişle; «bilimsel ideoloji» sözü boş bir laftan ibarettir. «Gerekir» ve «gerekmez»lerden sözeden ideolojinin bilimsel olması, yani kendini «olan» ve «olmayan» temelleri üstüne kurmaya çalış­ması mantıksal değildir ve kabul edilemez. Acaba bi­lim, «olan» ve «olmayan»dan başka bir şey midir? Dünyanın nasıl olduğunu ve nasıl olmadığını göster­mekten başka bir şey midir? Bu bilimden doğmak is­teyen bir ideoloji viran olmaya mahkûmdur ve bu durumdaki bir öğreti ne savaşıma davet etmeye lâ­yık olabilir ve ne de buna güç yetirebilir.
O halde artık konumuzun aslını oluşturan soruya dönebiliriz:
«Hangi öğreti savaşıma davet edebilir?»
Bu sorunun cevabı şudur: Kendini yüzde yüz bi­lim temelleri üstüne kurmamış olan öğreti!
Anaları bilim olan ideolojiler, henüz cenin halin­deyken ölmüş olan çocuklardır ve doğumları asla gerçekleşmez. Farzımuhal doğup belirli bir kimlik ka­zansalar bile yetersiz kalacaklardır. Çünkü bir tek dünya-görüşünden yüzlerce ideoloji türetilebilir ve olaya mantıksal ilgi prensibi hakim olmadığı zaman her şeyi yapmak ve her hezeyanı söylemek mümkün­dür. Bu kişiliksiz ve yetersiz çocuklar var olamazlar ve velev var olsalar bile yol göstericilik görevini üst­lenemezler. Bilimsel ideolojinin bağlısı olmayan kişi savaşımcı olabilir sadece. Eğer biri çıkar, savaşım ver­mek ister ve savaşımını bilimsel ideoloji esasına da­yandırmaya çalışırsa bu dayandırması mantıki ve sa­vunulabilir bir şey olmayacaktır.
Burada aklınıza, «Acaba bilimsel ideoloji esasına dayanarak savaşım verenler yok mudur?» sorusu ge­lebilir. Evet vardır böyleleri; tıpkı afyon kullanan ki­şilerin de olması gibi. Bizim üzerinde durduğumuz husus hangi kişilerin ne tür mantık dışı işler yaptığı değildir. Konumuz, afyon kullanmaya davet etmenin savunulup savunulamayacağı ve bunu savunan bir öğretinin mantık karşısında ne duruma düşeceğidir. Bir şeyin var olması onun doğru olmasını sağlamaz.
İdeoloji, yalnız başına bilim ve yalnız başına dün­ya-görüşünden kaynaklanmayan bir özelliğe sahiptir. Eğer sadece dünya-görüşüne dayanmak istersek ide­olojiye ulaşamayız ve hiçbir «gerekir» ve «gerekmez» elimizden tutamaz. Bu durumda ister istemez, man­tıksal ve sahih bir dünya-görüşüne sahip olmaya ilâ­veten ideolojiye kabul edilebilir ve savunulabilir bir kaynak da önerebilen bir öğretiye yönelmemiz gere­kecektir. Dünya-görüşünden kaynaklanmak isteyen bir ideolojinin değer-doğurucu bir yere dayanması ve oradan kaynaklanması gerekmektedir.
Dünya-görüşünden ideolojinin doğmayacağı husu­sunda zihnini bütünüyle aydınlığa kavuşturduktan sonra, kişinin bu hususta nasıl bir tavır takınacağını kesin bir şekilde belirlemesi gerekecektir. Bu durum­da insanın önüne iki yol çıkmaktadır: Ya heveslerine tâbi olacak ve «Canım bunu yapmak istiyor. Bunu yap­mak hoşuma gidiyor.» diyecek, ki bu yol Kur'an'ın şu şekilde açıkladığı yoldur:
«Heva ve hevesini ilah edinmiş olan o kişiyi gör­dün mü?»   [45/23]
Yani eğer Allah'ı bir yana iterse, heva ve heve­sini ilahlaştırmış olacaktır; çünkü bu durumda orta­da heva ve hevesinden başka değer-yaratıcı bir ilah kalmayacaktır; veya Allah'ına tâbi olacak ve “O is­tediği ve buyurduğu için bunu yapıyoruz, hüküm    vermek   sadece   Allah'a özgüdür. (6/57) diyecektir. İnsanın önünde üçüncü bir yol yoktur. Allah'ın dünyada Kendisine mahsus iki rolünün olduğunu unutmayalım: «Var»ları yarat­mak; «gerekir»leri yaratmak Bu ikisi sadece Allah'a özgüdür. Dünyada bulunan varlıklar: yer, gök, melek­ler, insan, hayvan, ot; tümü Allah tarafından yara­tılmış «var»lardır. Allah'ın başka bir rolü de değer­leri yaratmasıdır. Gerekirleri yaratmasıdır. Kendileri­ne sahip olmamanız durumunda heva ve hevesinizin ilahınız haline geleceği ve biricik dayanağınızın eği­limleriniz ve nevalarınız olacağı değer-ölçülerini ver­mesidir.
 
     «Allah'ı bırakıp başka dayanaklar arayanlar, ken­disine bir ev edinen, çevresine ağ kurup da ağın için­de yaşayan örümceğe benzerler. Ama evlerin en çü­rüğü örümcek evidir.»   [29/41]
    «Keşke bilseler ve anlasalardı!»   (Aynı âyet)
Gerçekten de, keşke dünya-görüşünün ideolojiyi doğuramayacağını ve nitelemelerin (tavsif) görevleri (teklif) besleyemeyeceğini bilselerdi!
Konu gayet açıktır: Ya Allah'a sahip olmak lazım (insanın Allah'a inanması lâzım), veya Allah'ın yeri­ne bir şey koymak lâzım. Ya kendisine tapmak için Allah'ı seçmek lâzım, veya Allah'ın dışında birilerini bu makama oturtmak lâzım. Peygamberlerin şirke karşı verdikleri savaşımı eskimiş sanmayasınız! Yüce Allah'ın yerine başka ilahların kimi kişiler için «ge­rekir» ve «gerekmez» ler üretmesi, «iyi» ve «kötü» için değer- ölçüleri vermesi ve hayat için yol ve yöntem belirlemesi zamanımızın en büyük şirkidir. Bu, küçük bir şirk değildir. Taş veya tahtadan bir put edinip bu putun yüceltilmesinin ve ona ibâdet edilmesinin tek mümkün ve mevcut şirk olduğunu' sanmayınız. Daha gizli, daha ince ve daha yaygın şirk; bilim, tarih, sı­nıf, ırk, insan ve benzeri isimlere sahip putlar edinil­mesi; kendilerine ibâdet edilmesi ve bunların «gere­kir» ve «gerekmez»in, «iyi» ve «kötü»nün yaratıcısı sayılmasıdır. Keşke bu tür bir puttan böyle bir muci­zenin ortaya çıkmayacağını ve bu putun sonunun kı­rılma ve yanma olduğunu bilselerdi!
İbrahim'in (a.) baltasının sesini bugün de işitmek gerekmektedir.
Her-çe bînî coz-hevâ ân din buved der-dil nişan
Her-çe bîni coz-Hodâ ân bot buved der-he mşiken
Herkesi ez-reng-i goftâri bedîn râh ke resed
Derd bâyed merd sûz-o merd bâyed göm zen
 
(Hevânın dışında ne görürsen gönlüne din kıl
Allah'ın dışında ne görürsen puttur o kır
Kim herhangi bir yöntemle bu yola ulaşırsa
Bu yola baş koymalı ve onu izlemelidir)


Abdülkerim SÜRUŞ