İKLİL
  Araf / 59-64
 

 

NUH (A) VE KAVMİ
 
"Andolsun Nuh'u da kavmine gönderdik: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Doğrusu ben, size buyiik bir günün azabnın inmesinden korkuyorum" dedi. Kavminden ileri gelenler dediler ki: "Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz!" Dedi ki: "Ey kavmim, bende bir sapıklık yok, ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Korunup da merhamete uğramanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam aracılığıyla bir zikir gelmesine şaştınız mı?" O'nu yalanladılar, biz de O'nu ve O'nunla beraber gemide bulunanlari kurtardık, ayetlerimizi yalanlayanları boğduk! Çünkü onlar kör bir kavim idiler."(Ayet: 59-64)
 
 Ayetler Allah'a şirk ve O'nun ayetlerini yalanlama girişimleri karşısında O'nun birliği konusunu işlemeye davem ediyorlar. Ama önceki bölümlerden farklı bir üslupla. Bu üslupta, ayrıntıya yer verilerek daha canlı bir anlatım kullanılmaktadır. Yüce Allah surenin bu bölümünde insanı, peygamberler ve risaletler tarihini yaşamaya teşvik ediyor.
 
       Çünkü ilahi tezlerin birliğini ve bu tezlere karşı çıkan gruplara karşi başvurulan yöntemlerin birliğini öğrenmek ancak bu şekilde mümkün olabilecektir. Bu ayetleri okuyan insan, peygamberlere karşı duran o kimselerin zihniyetlerini daha yakından görecek ve şu nihai sonuca ulaşacaktır: Beşeriyet, bütün tarihi boyunca hem iman hem de küfürde ortak bir kalkış  noktasına sahiptir. Imanın kalkış noktası; daima hakikat arayışı olmuştur. İçinde böyle bir kaygıyı yaşayan insan kendisine sunulan fikirlere kısaca bakıp geçmez. Aksine hepsini birer birer dinlemek, düşünmek, ölçmek ve tartışmak ister. Desteklediğini ikna oldugu için, reddettiğini de ikna olmadıgı için reddeder. Sonra o, bilgisini artırmak için bilgi kaynaklarının peşini asla bırakmayan bir insandır. Kafirlerin kalkış noktası ise bunun tarn aksidir. Onlar hakikati önemsemez bir havadadırlar. Böyle bir atmosferde yaşayan insan, kendisine sunulan düşüncelere karşı da herhangi bir sorumluluk duygusu hissetmeyecektir. Ona go­re mesele inanmak veya inanmamak meselesi değildir. Onun bütün kaygısı hayattan mümkün olduğunca daha fazla tat almak, şehvetlerinin gösterdigi yolda yürümektir. Bu çerçevede yaşadığı hali haklı göstermek için her türlü vasıtaya başvurur. O, bir fikirle ikna olma peşinde değil, gerekçeler arayışı  içindedir. Peygamberlerin ve risaletlerin hikayesini ele alırken bu ön bilgileri akılda tutmamız yararlı olacaktır. İlk peygamberlerin işledikleri tezler nelerdir? Sonrakiler neleri işlemişlerdir. İnsanlara davet ve tebliğde bulunurken hangi yöntemlere başvurmuşlardır? Onlara karşı çıkanlar ne gibi yöntemler ve üsluplar kullanmışlardır?
Bu bölümde ilk olarak Nuh (a) ve kavminin kıssasıyla karşılaşmaktayız. Öncelikle gözümüze çarpan husus; Yüce Allah'ın Adem (a) ile Nuh (a) arasında başka bir peygamberden bahsetmemesidir. Bu dönemle ilgili olarak herhangi bir risaletten de sözedilmemektedir. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Dönemin kısalığı, gönderilen risaletlerin zikredilecek derecede önemi haiz olmamasi gibi. Çok önemli olaylar, tehditler ve mücadeleler sözkonusu olmadıgı için bu dönemin risaletlerinden sözedilmemiş olabilir. Çünkü Kur'an, risaletleri anlatırken sırf tarihi bilgi aktarımı yapmaz. Aksine yaşanan olayları ele alarak ibretler alınmasını sağlar. Tarihin sadece belli bölümlerinde bu tür önemli olaylar ve önemli başlıklar mevcuttur. Yüce Allah, iştebundan dolayı: "Ve size anlatmadığımız nice elçiler " buyurmuştur.
 
 Nuh (a)'un Kavmine Gönderilmesinin Anlamı
 

     "Andolsun Nuh'u da kavmine gonderdik."
Acaba bu ifadeden Nuh (a)'la gönderilen risaletin onun kavmiyle sınırlı oldugunu mu anlamalıyız? Yoksa ilk bakışta göremediğimiz başka bir boyut mu sözkonusu? Bu soru, kavimlerine gönderilen pey­gamberlerin anlatıldığı birçok ayette zihne takılmaktadır. Özellikle de bütün insanlığa gönderildikleri söylenen Azimet sahibi (Ulul-A'zm) peygamberlerle ilgili ayetlerde. Lut (a) ve Şuayb (a) örneklerinde olduğu gibi bazı peygamberlerin zaman ve mekanla sınırlı görevleri olduğunu söyleyebiliriz. Ama, belli bir zaman veya mekanla sınırlandırılamayan birçok peygamberin bulunduğunu da biliyoruz. Şu halde bir peygamberin görevinin, kavmine özgü olmasiyla ilgili ifadeleri diğerlerinden nasıl ayrıştırabileceğiz?
Peygamberin Kavmi Kalkış Noktasıdır
Bu konuda akla en yakın açıklama; peygamberin kavminin risalet için ilk tabanı ve kalkış noktasını oluşturuyor olmasıdır. Gönderilen peygamberin ilk cemaati elbette kendi kavmi ola­caktır. Peygamber de diğer insanlar gibi bir insandır. Belli bir toplumda dogmuş, belli bir çevrede yetişmiştir. Diğer toplumların hepsine ulaşmak için gerekli imkanlardan baslangıçta yoksundur. Örneğin bunun için gerekli ulaştırma ve iletişim ağına sahip değildir. Bu nedenle de tedricilik ilkesine dayanan aşamalılık üslubuna başvurması gereklidir. Bu üslup sayesinde risalet, bir toplumda geliştikten sonra gerçekçi ve ciddi yollarla diğer toplumlara taşınacaktır. Risaletin ilk hedef kitlesi olarak gönderildiği kavimden başlamak peygamber için en tabii olan tercihtir. Aynca bu toplumun genel özellikleri peygamberin şahsi özellikleriyle de bir ölçüde uyum içindedir. Başlangıç için gerekli fiili şartlar kendi kavmine tebliğe başladığında mevcut olacaktır. Örneğin onlarla aynı dili konuşacak, o toplumun birçok mensubuyla sıcak ilişkilere sahip olacaktir. Tüm bunlar, peygambere ilk adımda yararı olacak şeylerdir. Ardından yayılma ve genişleme eğilimine girecektir. Bu, onun için sonradan çıkma birşey olmayacaktır. Çünkü ıslahat veya değişim iddiasıyla işe başlayan her davetin özünde bu yatmaktadır.
Bunların ışığı altında, Nuh'un kavminin özellikle vurgulanmasının sebebinin şu olduğunu görürüz: Bu toplum Nuh (a)'un Allah'a davet edeceği ilk insan topluluğudur. Kalkış noktası olarak kullanabileceği bir tabandır. Belki başka toplumlara ulaşmasını mümkün kılacak vasıtalar mevcut olmadığı ya da o dönemde insanlık bu toplumla sınırlı olduğu için de bizzat bu kavim üzerinde durulmuş olabilir.
Gözönünde tutmamız gereken bir nokta daha var: Risaletlerin yayılımı ve intişarı meselesinde bu risaletlerin getirdikleri anlayış ve kurallann hayatm çeşitli dairelerinden sadece belli bir daireyi hedef almadığını unutmamalıyız. Aksine bunlar, ha­yatın tumünü kuşatmayı hedefleyen hareketlerdir; düşünceden eyleme kadar hayatla ilgili her husus bunlann ilgi alanına girmektedir. Bunlar, insanın hayatla ilgili sorunlarını genel olarak ele almaktadırlar. Dolayısıyla mahalli kalmaları sözkonusu de-ğildir. İfadeler ne kadar farklı da olsa temel unsur budur. "Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur." Zira Allah'ın dışında taptığınız şu putlar güç ve kudret bakkımından hiçbir şeyi temsil etmemektedirer. Onların hiçbir değeri de yoktur. Onlar hissetmeyen, yararı veya zararı dokunmayan cansız eşyalardır. Allah'ı bırakıp taptığınız ve itaat ettiğiniz o insanlann da hiçbir güçleri yoktur. Onlar yaratamazlar. Aksine kendileri yaratılmıştır ve varlıklarının devamı için Allah'a muhtaçtırlar. Siz nasıl oluyor da onlara ilahlık sıfatlan izafe ediyor ve Allah'ı bırakıp onlara kulluk edebiliyorsunuz? Sadece O, yaratan, rızık veren, herşeye sahip olan, herşeye gücü yeten ve herşeyden mustağni olandır. Hiçbir varlık O'nun gibi değildir. Bütün anlam ve sonuçlarıyla tapılmaya layık olan yegane ilah O'dur.
İşte halis tevhid çağrısı budur. Nuh (a), kavmini akidede tevhide dayanarak, ibadette tevhide çağırmıştır. Allah'ın varlığında ve varlığını O'na borçlu olan kainatın varlığında yatan temel hakikat budur. Çarpık düşüncelere ve sapık davranış biçimlerine verilecek en güzel cevap budur. Zevklerin, hallerin ve eğilimlerin çeşitliliğine göre çoğalan ilahlann temsil ettiği çarpık çizgiyle ancak böyle mücadele edebilir. Bazılan şöyle bir soru sorabilirler:
İman Bırakılıp Kulluğun Vurgulanmasının Anlamı Nedir?
Nuh (a) neden: Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, demiştir? Örneğin neden "Allah’a inanın veya O'nu birleyin!" dememiştir? Çünkü ibadet çağrısı, iman çağrısından doğmalıdır. İmansız ibadet düşünülememez.
Bu soruyu şöyle cevaplayabiliriz: İlahi risaletlerde iman; mistik veya felsefi hakikatlere inanmada olduğu gibi soyut bir düşünceyi temsil etmez. Aksine hayat ve eylem düşüncesini ifade eder. İlahi risaletlerin davet ettikleri imanda, düşünce uygulamadan ayrılamaz. İmanın teorik boyutuna ek olarak bir depratik boyutu vardır. Çünkü bu risaletlerde muhataptan istenen; Allah'ın varlığını, dünya hayatındaki yaşamında O'nunla birlikte olma halini yaşayacak seviyede hissetmesidir. İnsanın hayat yolculuğunun başından sonuna kadar onun varlığı Allah'la irtibatlıdır. İşte bu nedenle ilahi risaletlerin kulluk meselesini tevhid atmosferi içinde gündeme çıkardığını görürüz. İbadet etmeksizin Allah'a inanmanın bir anlami yoktur. İnanmadan kullukta bulunmanın da bir anlamı yoktur. İşte kulluğun özellikle vurgulanması, imanın somutlaştırlmasının gerçek ölçütü olmasından dolayıdır. Bu bağlamda iman meselesi, delil arama veya munakaşa konusu olma durumuna getirilmeden işlenir. Çünkü Allah'a iman, mutlak düşüncelerden biridir. Nuh (a) Allah'a iman meselesini işte bu şekilde ön kabul gören, tartışılmaz bir hakikat olarak ortaya koymuştur: "Sizin O'ndan başka ilahınız yoktur!" Kur'ani yaklaşımda da bu böyledir. Kur'an'ı küfür ve inkarı, kafirleri iman hattından uzaklaştıran bir düşüünnce sorunu olarak görmez. Aksine onu, yaşadıklan ilgisizlik veya yeni fikre teslim olamama egiliminden kaynaklanan kişisel ve ahlaki bir sorun olarak görür. İnsanla iman arasındaki mesele, hakikata ilgi gösterip kişisel komplekslerden sıyrılmasıdır. Çünkü imanla arasında yeralan iman karşıtı kişisel engeller ancak bu şekilde yıkılacak ve insan tabii bir şekilde hakikatla buluşacaktır.

Neden İbadet Risaletin Vitrini Olmuştur?

   Burada aklımıza ikinci bir soru gelmektedir: Kur'an, Nuh (a)'un risaletiyle ilgili olarak neden "Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur" ifadesiyle yetinmiştir? Bu sorunun cevabı şudur: Kulluk, en geniş anlamıyla Allah'a boyun egiş demektir. Bunun içinde peygamberlerin getirdikleri ilahi çizgiye bağlı kalma, bütün hak sahiplerine hakkını vermeyi içeren adalet anlayışını ikame etme, hayatı Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı bir disipline sokma gibi alt başlıkların tümü yer almaktadır. İşte Allah'a kulluk çağrısı gibi kısa bir çağrıyı, herşeyi Allah'a teslim eden bir hayat kurma çağrısına dönüştüren budur. "Rabbimiz Allah'tir, dediler ve dosdoğru oldular" ifadesinde olduğu gibi iman bu ikisinde özetlenebilmektedir. Buradaki "Rabbimiz" kelimesi, düşünce ve eylemle ilgili her alanda belirleyici olan anlamındadır. İkinci kelime "dosdogru oldu­lar" ise, o kimselerin pratik olarak bu istikamette istikrarlı olduklarını göstermektedir. Akidenin, özlü ve anlamlı bir yolla sunumunda bu üslup herhalde en yararlı olan üsluptur. Çünkü burada imanın kapsam ve kuşatıcılığı; bu özlü anlatımın içinde yer almakta ve insanın tahlil ve ayrıntıların açmazlarına girmeden imani duyguyu yaşamasını mümkün kılmaktadır. Bu gibi hallerde imanın birçok hakikatlerinin gözden kaçması da söz konusu olabilecektir. "Doğrusu ben size büyük bir günün azabının inmesinden korkuyorum." Korkunun kişiselleştirilmesinde izlenen bu yöntem, insanlann kendilerine sunulan fikirle ilgilenmelerini sağlamayı hedeflemektedir. Böylelikle onun üzerinde düşünecek, tartışacak ve onunla ilgili kesin kanaatlere ulaşabileceklerdir. Çünkü insan ancak hayatıyla ilgili olumsuz sonuçlar dogabileceği korkusunun olması durumunda düşünce ve eylemle ilgili tavır alma sorumluluğunu duyabilir. Kor­kunun sözkonusu olması halinde ister istemez umursamazlık ve görmezlik eğilimini bir kenara bırakır. Şu halde korkutma üslubu, insani bir şeyle ikna olmaya zorlamak için degil kendiliğinden bir kanaate ulaşmak için meseleyle ilgilenmeye teşvik etmmek için bir vasıta olarak kullanılmıştır. Allah'a davet hareketinde bu üslubu sürekli uygulamalı ve bununla ilgili bir takim olumsuz sözlerden etkilenmemeliyiz. Bu sözlerin sahipleri bir takım humanist yaklaşımlarla insanın inanmak istemediği şeyhakkında düşünmeye zorlanmasının dahi yanlış, olduğunu söylemektedirler. Oysa Nuh (a)'un kullandığı bu üslup insanın insanlığını zedeleyen değil vurgulayan bir üsluptur. Çünkü o, in­sanın sahip olduğu potansiyeli, kendi hayatındaki tabii tahrik unsurlarını kullanarak harekete geçirmekte ve onun hedeflerine en kısa yoldan ulaşmasını sağlamaktadır. "Kavminden ileri gelenler dediler ki: "Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz." Peki kavminin ona tepkisi nasıl oldu? Onun ortaya koyduğunu tartıştılar mı? Sakince karşısına geçip kendi inançlarını savundular mı? Onun getirdiği mesajı düşünsel metodlarla iptal etmeye çalıştılar mı? Bunların hiçbiri olmadı. Aksine bol bol sövdüler ve küfrettiler. Ona şöyle dediler: Bu yaptığın davetle sen, eşyanın tabiatını bilen aklı başında ve bilinçli bir insan olmadığını gösterdin. Sen, işleri ayırtedemeyen şaşkın ve yolunu kaybetmiş birisin... Bunu söylüyorlardı ama kendileri de sapıklıkla hidayetin ölçütünün ne olduğu hakkında açık ve kesin bir şey ortaya koymuyorlardı. Böyle bir ölçütü belirlemeye de yanaşmıyorlardı. Oysa ancak bu durumda sözkonusu davetin onlara göre değerlendirilmesi yapılabilirdi.
Bir insanın üzerinde yürüdüğü veya davetçiliğini yaptığı bir düşüncenin yanlış olduğuna dair kesin kanıtlar vermeksizin onu sapıklıkla itham etmenin bir anlamı yoktur. "Dedi ki: "Ey kavmim, bende bir sapıklık yok." Ben tevhid akidesini ve tek ilaha kulluk çağrısını ihtiva eden apaçık bir hakikate çağırıyorum. yayı net bir şekilde algılıyorum ve güçlü bir §ekilde ikna olmuş bulunuyorum. Eğer bu hususta bir kuşkunuz varsa veya bunu hatalı olarak görüyorsanız gelin meseleyi tartışalım. Kimin hidayet kimin de açık bir sapıklık içinde olduğunu anlayalım. Bana gelince, ben kendimde bir saplılık olmadığı hususunda kesin kanaatim var. Taşıdığım düşünce ve üzerinde yürüdügüm yolda hiçbir sapıklık sözkonusu degildir. "Ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim." Allah bana bir vahiy ve şeriat yüklemiş ve beni onu tebliğ etmekle mükellef kılmıştır. Size düşen benim çağrıma olumlu karşılık vermenizdir. Çünkü böyle yaparsanız, alemlerin Rabbi olan Allah'ın çağrısına olumlu karşılık vermiş olursunuz: "Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum." Tam bir titizlik içinde, ne eksiği ne de fazlasıyla. İşte benim, sizin aranızdaki rolüm bu-dur; güvenilir bir tebliğci. Ama, gerçekleri tebliğ edip sonra onları yaşamayan ve onları müdafaa etmeyen tarafsız bir tebliğci değilim. Aksine onlarla ikna olur ve onlara güçlü bir şekilde inanırım Bir sonraki ifade de bunu çağrıştırmaktadır: "Size öğüt veriyorum." Size bu gerçeklere uymanızı, düşünce ve eylemde onları rehber edinmenizi öğütlüyorum. Ayetteki "öğüt" kelimesi, Nuh (a)'un kavmine karşı ne derece sıcak duygular beslediğini göstermesi açısından etkileyicidir. O, kavminin sapmışlığı ve yoldan çıkmışlığından dolayı üzgündür. Onları bu halden kurtarmak için en uygun yolun ne olduğu üzerinde sürekli düşünmektedir. Bu bağlamda onlara bütün kalbi ve içtenliğiyle öğütte bulunmaktadır. İşte Allah'a çağıran davetçinin insanlar karşısındaki genel hali bu olmalıdır. "Ve Allah tarafın­dan sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum." Yüce Allah, vahyi vasitasıyla bana insanların yapmaları veya sakınmaları gereken şeyler hususunda bilgi vermiş, isyan etmeleri veya itaat etmeleri durumunda dünya ve ahirette onları nasıl bir sonun beklediğini haber vermiştir. Bütün bunları öğrenmek ve yolun karanlıklarında önünüzü görebilmek için beni takip edin.
"Korunup da merhamete uğramanız için, içinizden sizi uyaracak bir adam aracılığıyla bir zikir gelmesine şaştınız mı?" Bu davet sizi neden şaşırtıyor ve dehşete kapılıyorsunuz? Elçinizin sizin gibi bir insan olamayacağı fikrini size telkin eden kimdir? Onun bir melek olması veya başka bir dünyadan gelmesi gerektiğini size kim dikte etmiştir? Yüce Allah dilediğini yaratır ve bazılarına diğerlerinde olmayan meziyetler verir. Di­ğerlerinde bulunmayan fikri ve ameli özelliklere sahip bazı kimseleri elçi olarak göndermesinde ne gibi bir mani olabilir ki? Bu, makul bir şey olduğuna göre siz de bu yönde düşünmelisiniz. Yüce Allah, insanların hayatlarını düzenlemek ve onlara hidayet yollarını göstermek istiyor. Bunun için ise aralarından bir elçi göndermesi zaruridir. Aksi takdirde onlardan değil de başka bir dünyadan elçi gönderdiğinde bizim o dünyanın mensubunun yaptıklanı yapmamız mümkün olmayacaktır. Onun herhangi bir alandaki başarısı, davet ettiği kimselerin de başarı imkanlan için bir delil oluşturamayacaktır. Çünkü başarı için gerekli unsurlar o dünyamn mensuplarından kendi özelliklerinden kaynaklanıyor olabilir. Şu halde Nuh (a)'un sorusu, öğrenmek maksadıyla değil inkar maksadıyla sorulmuş bir sorudur. O, kavmine bu sıfatı teyid etmek istemekte ve bu sıfatın temsil ettiği takva çağrısı rolünü kabul ettirmek istemektedir. Onlar, takva çağrısına uyarak Allah'a itaat edecekler ve O'nun rahmet dairesine girmeyi başaracaklardır. "O'nu yalanladllar." "O'nun çağrısına iltifat etmediler." Kendilerine sunduğu fikri dayanaklarla ilgilenerek düşünme yoluna gitmediler. Aksine onların rolü içlerindeki onulmaz ukdenin etkisiyle yalanlamadan öte gitmedi. Kur'an, başka ayetlerde onların Nuh'la alay ettiklerini, kulaklarını tıkayıp gözlerini kapattıklarını ve akıllarını dondurduklarını ifade etmiştir. Onlar Nuh (a)'a karşı devamlı kindar ve saldırgan olmuşlardır. "O'nu ve O'nunla beraber gemide bulunanları kurtardık." İnsanlığın yeni sürecini onların başlatmasını sağlamak için böyle yaptık. Diri ve etkin bir ruh, bilinçli ve inançlı bir iradeyle. "Ayetlerimizi yalanlayanları boğduk." Tufan öyle şiddetliydi ki suyun ulaşmadığı yer kalmadı ve hepsini boğdu. Hatta dağların doruklarına tırmananlar dahi ondan kurtulamadılar. "Çünkü onlar kör bir kavim idiler." Onlar, hırs ve şehvetlerinin oluşturduğu derin bir karanlık içinde yaşıyorlardı. Bu karanlık, eşyayı olduğu gibi görmelerini engelliyordu. Ayet onların bu durumunu körlükle ifade etmiştir ki bu, fiziki görme yeteneğiyle ilgili bir mesele değildir. Bu, düşünce, kalp ve şuur körlüğüdür. Kafirlerin ve sapıklann hayatlarındaki temel sorun da budur. Onlar akıllarını hakka açmaz, düşüncelerini hakikati öğrenme yolunda hareket ettirmezler. İşte Allah'a davet yolculuğumuzda en temel meselemiz budur.
 
MUHAMMED HÜSEYİN FADLULLAH / MİN VAHYİ'L-KUR'AN