İKLİL
  bakara 168 - 171
 
168- Ey insanlar, yeryüzünde helâl ve temiz olan şeyleri yiyin. Şeytan'ın adımlarını izlemeyin. Şüphe yok ki o, size apaçık bir düşmandır.
169-   O, size ancak ve ancak çirkin ve kötü şeyler buyurur, Allah, hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
170-   Onlara, Allah neyi indirdiyse ona uyun dendi mi dediler ki: Hayır, biz atalarımız neye uyduysa ona uyarız. İyi amma atalarınızın aklı bir şeye ermiyorsa ve doğru yolu bulmadılarsa ne olacak?
171-   Kâfirler, hiçbir şey duyup dinlemeden, anlamadan bağırıp çağıran kimseye benzerler. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, akıl da edemez onlar.
 
 
AÇIKLAMA
"Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helal ve temiz şeyler­den yiyin...bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." Helal, işlenmesi yasak, demek oları haramın karşıtıdır, "e 1 - H i 11" "H u r -m e t" yani hanımlığın, Hill "Harem" yani Mekke ve etrafından belirli bir sınır, "el-Hall" akdin, yani düğümün karşıtıdır. Bu kavram bunların tümünde bir şeyin fiil ve eserinde serbestliğini ifâde eder. Temiz, (e t -T a y y i b) deyimi ise, pis (el-Habis)in karşıtıdır. İnsanın nefsine veya herhangi bir tabiata uygun düşen şey anlamındadır. Tayyib söz, kulağa hoş gelen dinlenebilen söze Tayyib koku, koklama organının hoşuna gidene, tayib mekan ise içine yerleşen kişiye uygun gelen bir mekana denir. İfâdenin orijinalinde geçen "Hutuvat" "Hutva"nın çoğuludur ve yürümekte olan bir kimsenin iki ayağının arasındaki mesafe demektir. Bazıları bu ifâdeyi "H a t a v a t" şeklinde okumuşlardır. Bu ise, "H a t v a"nin çoğuludur ve "Kerre ve bir defa" demektir. Şeytanın adımlan, onun amacına uygun düşen tavırlardır. -Şirke düşürüp saptır­mak gibi- Tıpkı yürüyen kişinin adımlarının amacı ve hedefi ile yakın­dan ilgili olmaları gibi. Şu halde bununla şirke düşmeye ve Allah'tan uzaklaşmaya yol açan davranışlar kastedilmektedir.
Emir, emreden kişinin dilediğini yapsın diye irâdesini emredilen kişiye yöneltmesi demektir. Şeytanın emretmesi ise, insan tarafından yapılmasını istediği şeyi vesvese yoluyla ona telkin etmesi, kalbine fı­sıldaması ve gözünde alımlı, çekici kılmasıdır. "Su" Kötülük, insanın tiksindiği ve toplumsal çerçevede çirkin gördüğü şey demektir. Bu kö­tülük haddini aşıp kontrolden çılanca "f a h ş a" yani hayasızlık, aşırı­lık niteliğini alır. Zinanın "fahşa" olarak nitelendirilmesi bu yüzdendir. Sena ve "Z a r r a" gibi mastardır.
     Burada yüce Allah hitabı tüm insanlara yöneltmiştir. Çünkü dinle­tilen ve şu anda kendilerine açıklanan hüküm tümünü birden ilgilendir­mektedir. Müşrikler; Allah'a iftira ederek bazı şeyleri kendilerine ha­ram etmişlerdi. Rivayetlerde belirtildiğine göre Sakif, Huzaa, Amir b. Sa'saa ve Müdlecoğullan kimi ekinleri ve Bahira (kulağı parçalanmış dişi deve), Şaibe (hastalıktan kurtulması için serbest bırakılan dişi de­ve) ve Vasile (özel bir koyun) adım verdikleri kimi hayvanlan kendile- rine haram kılmışlardı. Bu, uygulamanın Araplar arasındaki şekliydi. Onların dışındaki uluslarda da benzen uygulamalara rastlanıyordu. Mü'rninlere gelince; Belki de müslüman olduktan sonra, hala araların­da bir takım hurafelere dayalı uygulamalar vardı.
Geleneksel olarak kuşaktan kuşağa geçen ulusal ahlâk ve davranış kuralları, toplumsal yasalar ve neshedilmiş sünnetler gibi. Ki bunlar, aşamalı olmayan etmenler aracılığı ile yürürlükten kaldırılmışlardır. Dinler ve kanunlar gibi. Kuşkusuz dinsel ya da dünyevi yeni bir yol, bir ulusun hayatına girmeye başlayınca öncelikle eski yolun temel ilke­lerine ve toplumsal dayanaklarına yönelir, eğer din ve kanun hayatını sürdürüyor ve gücünü koruyorsa -Kuşkusuz bu güzel eğitim ve halkın kabulü yöntemiyle gerçekleşir.- ayrıntı ve uzantı niteliğindeki kural ve yasaları da yok etmiş olur. Aksi taktirde eski sistemin kalıntıları yeni sisteme karışacak ve ikisi arasında bir sentez oluşacaktır. Tıpkı bitkisel bir terkip gibi. Ama bu bileşim onu da bunu da temsil etmeyecektir.
Yüce Allah, bu âyet-i kerîmede, insanlara yeryüzündeki şeylerden yemelerini emrediyor. Yemek fiili, çiğneyerek yutmayı ifâde eder. Ço­ğu zaman mallar üzerindeki tasarruf serbestliğinden kinaye olarak kul­lanılır. Çünkü insan davranışlarının temeli ve hayatının dayanağı ye­mektir. Nitekim bir âyet-i kerîmede yüce Allah şöyle buyuruyor: "Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Kendi rızanızla yaptığı­nız ticaret olursa başka."'(4/29) Ayetin ifâdesi mutlak olduğu için, onu bu geniş anlamı esas alarak yorumlamak da hiç bir engel yoktur. Bu durumda tefsirini sunduğumuz âyet-i kerîmenin anlamını şöyle belirle­mek gerekir: "Yeryüzündeki İlâhî nimetlerden yiyin, onlar üzerinde ta­sarrufta bulunun ve yararların. Yeryüzü yüce Allah'ın izniyle ve musahhar kalmasıyla doğası gereği bunları sizin için hazırlamıştır. Helal ve temiz olarak yiyin onları. Yani onları yemenize ya da onlar üzerinde tasarrufta bulunmanıza engel olacak, sizin tabiatınızdan ve yeryüzünün doğasından başta bir unsur yoktur. Sözgelimi yemeyi kabul etmeyen bir mizaç, ya da yapısı gereği yenmeyen ve yahut mizaç onu yemeyi reddetmediği doğanız da ondan nefret etmediği ama uygun olmayan yollardan ve anormal yöntemlerle elde edilen ve dinin gereği insanın ondan tiksindiği ve nefret ettiği şeyler gibi.
"Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeylerden yiyin."
Bu âyet, hiç bir kayıt ve şart getirmeksizin genel bir mübahlık ifâde eder. Ne var ki: "Şeytanın adımlarını izlemeyin." ifâdesi, helal ve te­miz şeyleri yeme ile ilgili bazı hususların şeytanın adımlarını izleme olarak nitelendirildiğini gösteriyor. Bu durum, şeytana uyup bazı şey­leri yemekten kaçınmak ya da şeytana uyup bazı şeyleri yemek şeklin­de gerçekleşir. Ardından, şeytana uyulan durumlara ilişkin bir genel bir nitelendirmeye yer veriliyor. Bunların kötülük, fahşa (çirkinlik, haya­sızlık) ve"Allah hakkında bilmediğimiz" şeyleri söylemek oldukları belirtiliyor. Bir şeyi yemekten kaçınmanın ancak yüce Allah'ın izniyle caiz olabileceği gibi, bir şeyi yemek de ancak yüce Allah'm izniyle ca­iz olabilir. Şu halde yeryüzündeki helal ve temiz şeylerden yemek an­cak yüce Allah'ın izin vermesi ve yasalaştırması -Yüce Allah bunu da şu anda tefsirini sunduğumuz bu âyet-i kerîmede ve diğer bazı âyetler­de belirtmiştir.- ve onu yemekten sakındırmaması ile geçerlilik kaza­nır. "Allah size ölüyü, kanı (...) haram kılmıştır." âyetini incelerken bu hususu daha ayrıntılı biçimde ele alacağız. Bu durumda -doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir- âyetin anlamı bizim şu sözümüze yöne­lik niteliktedir, diyebiliriz: "Yüce Allah'ın yeryüzünde sizin için yarat­tığı nimetlerinden yiyin. Yüce Allah bunları sizin için helal ve temiz kılmıştır. Kaçınarak ve sakınarak bunların bir kısmını yememezlik et­meyin. Bu durumda bir kötülük, iğrençlik ve bir bilgiye yani İlâhî şeri­ata dayanmaksızın bir yasa koymuş olursunuz. Oysa bu tür bir yasa koymak sizin yetkiniz de değildir. Bu, şeytanın adımlarına uymak de­mektir.
 
Âyeti kerîmeden çıkan sonuçları şu şekilde sıralayabili­riz:
a) Delil ile kapsam dışı bırakılan hususların dışında kalan her şey­de genel bir helallik sözkonusudur. Çünkü yüce Allah izin verdiği hu­suslarla ilgili yasaklar getirme yetkisine sahiptir.
b) İlmi bir delil olmaksızın yüce Allah'ın helal kıldığı bir şeyden sakınmak, insanın yetkisinde olmayan ve haram olan bir tür yasa kuyu­culuktur.
c) Şeytanın adımlarını izlemekten maksat, Allah'ın izin vermediği bir biçimde ve hususta Allah'a kulluk sunmaktır. Çünkü yüce Allah yürümeyi ve izlemeyi yasaklamıyor. O'nun yasakladığı insanın adımlarını şeytanın adımlarının yerine koyacak şekilde yürümesidir. Böyle bir durumda insanın yürüyüşü ile şeytanın yürüyüşü uyuşmuş olur ve insan şeytanın adımlarını izleme durumuna düşer. Bundan dolayı bili­yoruz ki illetlendirmenin genelliği, yani "O daima size (...) emreder" ifâdesi, bir bilgiye dayanmaksızın kaçınmayı yasakladığı gibi bir fiili işlemekten kaçınmayı da ifâde ediyorsa da hitapla ilgili olarak bu hu­sus kastedilmemiştir. Çünkü bu husus şeytana uymak sayılsa da, onun adımlarını izlemek olarak değerlendirilemez.
      "O sîze yalnızca kötülüğü ve hayasızlığı ve Allah hak­kında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." Kötülük ve çirkinlik eylemlerle ilgili niteliklerdir. Bunun karşıtı da sözdür. Do­lay isiyle şunu anlıyoruz ki: Şeytanın emrettiği hususlar kötülük ve çir­kinlik niteliğine sahip fiillerle herhangi bir bilgiye dayanmayan sözleri söylemekle sınırlıdır.
Ne zaman "onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun" denilse. "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız," derler." Ayetin ori­jinalinde geçen (E 1 f a kelimesinin mastarı olan) "i 1 f a" bulmak de­mektir. Yani "atalarımızı üzerinde bulduğumuz" Bu âyet, önceki âyet-i kerîmede yeralan "şeytanın adımlan" ifâdesine ilişkin olarak sunduğu­muz açıklamaları pekiştirir niteliktedir.
"Peki ama, ataları hiç bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalarda mı?" Bu ifâde, onların az önceki sözlerine cevap niteliğindedir ve onların bu gerekçelerinin herhangi bir bilgiye ve açıklayıcı kanıta dayanmayan kuru bir söz olduğunu açıklı­yor. Böyle bir yaklaşım içinde olmak sağduyu ile çelişir. Çünkü: Ha­yır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız." şeklindeki söz­leri mutlaktır. Yani demek istiyorlar ki: Hangi durumda ve hangi ko­numda olurlarsa olsunlar, biz her halükarda onlara uyarız. Hiç bir şey bilmiyor olsalar da, doğru yolda olmasalar da, biz onların yaptıklarını hak kabul ederiz." Bu, bilgiye dayanmayan, bilinçli olarak söylenme­yen bir sözdür. Bu söz, insanı akıllı bir insanın aklı başındayken diye­meyeceği sözleri sarfetme durumuna düşürür. Eğer onlar atalarını, bil­dikleri ve doğru yolu buldukları hususlarda izleselerdi, onların bildik­lerini ve doğru yolu bulduklarını da bilselerdi, bilmeden doğru yolu bulmuş gibi bir duruma da düşmemiş olacaklardı.
Bununla da anlıyoruz ki, "hiçbir şey düşünmeyen, doğru yolu bu­lamayan" ifâdesi, durumlarını abartılı olarak vurgulama amacına yö­nelik değildir. Atalarının hayatları boyunca mutlaka bir şeyler bildikle­rini gözönünde bulundurarak, onların hiçbir şey bilmediklerini söyle­menin olsa olsa bir abartma olabileceğini düşünerek böyle bir şey söy­leyemeyiz.
Şöyle ki: İfâde, öyle bir faraza değerlendirme ile yola çıktığını vurgulamaktadır. Ki, hiç kimse, onlara uymanın caiz olabileceğini söy­lemesin. Amaç, "biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız." şeklindeki genel yargılarının yanlışlığını vurgulamaktır. Bu, belirgin bir husustur.
"inkar edenleri (çağıran)ın örneği, tıpkı bağırıp çağır­madan başka bir şey işitmeyene haykıran kimsenin örneği gibidir..." "Mesel" dilden dile dolaşan atasözü demektir. Ve yine "Mesel", vasıf anlamına da gelir. Şu âyet-i kerîmede olduğu gibi: "Bak, senin için nasıl vasıflar getirdiler de böylece saptılar. Artık hiç­bir yol bulamazlar. (25/9) Tefsirini sunduğumuz âyet-i kerîmenin oriji­nalinde geçen (Y e n ' i k u) "n a i k" (kelimesindendir) çobanın sü­rüsünü engellemek amacıyla bağırmasına denir. Çoban sürüsünü bir yerden alıkoymak amacıyla bağırdığı zaman, Araplar "ncaka-r Rai bil Ganem Yen'ikunaika derler. Nida, Nada, yunadi, munadaten kelimele­rinin masdarıdır ve dua yani "çağırma"dan daha özel niteliklidir. Çün­kü bu ifâdenin altında, "dıf'nın aksine, sesi yükseltme ve benzeri bir anlam yatar. Allah doğrusunu herkesten daha iyi bilir, ama, âyetin an­lamı şöyle olsa gerektir: Senin kâfirleri inanmaya çağırman tıpkı, hay­vanlara haykıran birinin durumuna benzer. Bu hayvanlar onun haykırı­şından ses ve çağrıdan başka bir şey duymazlar. Sırf bu sesin çıkardığı yankıdan ürker de yöneldikleri tarafa gitmekten vazgeçerler ve duy­duklarından hiç bir şey düşünüp anlamazlar. Onlar kendilerine yararlı olan sözleri duymayan sağırlardır, yararlı bir söz konuşamayan dilsiz­lerdir, hiç bir şey göremeyen körlerdirler. Onlar hiç bir şey düşüne­mezler. Çünkü düşünmeyi sağlayan yollar tıkanmış durumdadır.
Böylece, ifâdede kalb sanatının ya da ona yönelik bir ifâde sanatı­nın var olduğu ortaya çıkıyor. Buna göre, bağırıp çağırmadan başka birşey işitmeyene haykıran kimsenin örneği, kâfirleri doğru yolu çağı-ranın örneğidir. Hidayete çağırılan kâfirlerin değil. Fakat, bunun bir so­nucu ve gereği olarak sunulan üç sıfat, yani "Onlar sağu-, lâl ve kördür­ler." sözü, kâfirlere özgü niteliklerdir. Onları hakka çağıranların değil. Bu, örneğin kâfirlere nisbet verilmesini daha uygun kıldı. Allah'ın elçi­sine değil. Bundan dolayı ifâdede kalb (dönüşüm) sanatı benzeri bir durumun sözkonusu olduğunu söyleyebiliriz.
 
AYETLERİN HADİSLERLE İNCELENMESİ
et-Tehzîb adlı eserin bir yerinde Abdurrahman'ın şöyle dediği rivayet edilir: İmam Ebû Abdullah'dan (Sâdık*tan) (a.s.) oğlunu kur­ban etmeye and içen adamın durumunu sorduğumda buyurdu ki: Bu şeytanın adımlarını izlemektir.
Mansûr b. Hazim'in de şöyle dediği rivayet edilmiştir:: Ebû Ab­dullah (İmam Sâdık) (a.s.) bana dedi ki: Tarık'ın hikayesini duymadın mı? Târik Medine'de bir köle tüccarıydı. Bir gün Ebu Cafer'in (İmam Bakır) yanına gelerek: Yâ Ebû Cafer, ben karımı boşamaya, köle azat etmeye ve adak adamaya yemin ettim, dedi. Bunun üzerine İmam ona dedi ki: Ey Târik, senin bu tavrın şeytanın adımlarını izlemektir.
Tefsir'ul Ayyâşî'nin bir yerinde İmam Ebû Cafer'in şöyle dediği rivayet edilir: Allah'tan başkasının adma yapılan her yemin, şeytanın adımlarını izlemek, anlamındadır.
el-Kâfı adlı eserde İmam Sâdık'ın (a.s.) şöyle dediği belirtilir: Bir adam bir şeyi yapmamaya yemin ettiyse ve yapmamaya yemin ettiği şeyi yapmak, yapmamaktan daha iyiyse onu yapsın ve ayrıca keffaret vermesi de gerekmez. Çünkü onun bu yemini şeytanın adımlarını izle­mekten ibarettir.
Ben diyorum ki: Sunduğumuz bu rivayetlerde esas olan, şeytanın adımlarını izlemek olarak nitelendirilen davranışların kulluk kastı taşı­yan fiiller olmalarıdır. Ama bunlar şer'i bir dayanaktan yoksun olduk­ları için kulluk ifâdesi olarak değer görmezler. Nitekim önceki açıkla­malarımızda da bu hususa değinmiştik. Boşanma ve benzeri durumla­rın batıl olmalarının başka nedenleri vardır. O da inşâ ile çelişen ta'likin olmasıdır (Talak ve benzeri bir takım akitler şartsız ve kayıtsız ifâde edilmeleri gerekir. Akdin şartlı olması onu geçersiz kılar -Mut-) Bu mesele, fıkhı ilgilendiren bir meseledir. Allah'dan başkası adına ye­minden maksat, şer'an geçerli olan yeminin yol açtığı durumlara sebep olan yemindir, ya da yüce Allah'ın adına yemin içmediği ve saygınlığı bir şey adına yemin etmektir.
el-Mecma adlı eserde, İmam Sâdık'ın (a.s.) "0 inkâr edenleri ça­ğıranın durumu, tıpkı bağırıp çağırmadan başka işitmeyene haykıran kimsenin durumu gibidir." âyeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: Senin onları inanmaya çağırman karşısındaki tutumları tıpkı, an­lamadan işiten hayvanlara seslenen kimsenin haykırışı karşısındaki hayvanların ilgisizliği gibidir.
 
KONUNUN AHLÂKÎ VE SOSYAL AÇIDAN İNCELENMESİ
İnsanların benimsedikleri görüş ve inançlar ya, pratikle dolaysız ilintisi sözkonusu olmayan teori niteliğindedir. Matematik, doğa ve doğa ötesi konulara ilişkin meseleler gibi. Ya da uygulama ile vasıtasız ilintisi bulunan pratik niteliğindedir. Yapılması ve yapılmaması gere­ken eylemlere ilişkin meseleler gibi. Birinci sınıflandırmaya giren inanç ve görüşler karşısında takınılacak tavır, açık belge ve somut veri­ye dayalı kesin bilgi ve düşünceye uymaktır. İkinci sınıflandırmaya gi­ren hususlarda ise, izlenecek yol; insana mutluluk bahşeden, ya da in­sana yarar sağlayan hayırlı sonuca götürene uymak ve insanı sapıklığa sürükleyen ya da mutluluğu açısından zararlı bir rol oynayan tavırlar­dan kaçınmaktır. Birinci sınıflandırmada hususlardan biri ile ilgili ke­sin bir bilgiye sahip olmadan hak olduğuna inanmak, ve yine ikinci sı­nıflandırmaya giren hususlardan biri ile ilgili olarak onun hayra ya da kötülüğe yönelik olduğunu bilmeksizin hak olduğuna inanmak, hurafe niteliğinde bir inanç olarak değer görür.
İnsanın görüşleri, varlıkların illetini araştıran fıtratın ve kendisini gerçek erdeme yönelten karekterin gereklerine dayanır. Bu yüzden in­san körü körüne kabul edilmiş, cahilane benimsenmiş hurafelere dayalı düşüncelere boyun eğmez. Ne var ki, hayal gücünün uyandırdığı nefsani duygular ve iç duyarlılıklar ki çoğunlukla -korku ve ümittir- insanı 
bir şekilde hurafeye inanma durumunda bırakabilirler. Şöyle ki, hayal insana korku ya da ümit motiflerinin eşliğinde bir tablo çizer. Bu tablo­yu korku ve ümit duygularının bunu korumasını ve sürekli olarak kor­kuya da ümit motifleri ile birlikte hatırlamasını sağlar, korkan ya da ümit bağlayan bu nefsin söz konusu tabloyu unutmasına izin vermez.
Örneğin bir insan gözgözü görmez bir zifiri karanlıkta tek başına ıssız bir vadiden geçmek durumunda kaldığı zaman ve eğer gerçeği ha­yalden zararlı olanı zararsız olandan ayırt edecek aydınlatıcı bir aygıt da yoksa yanında, bir süre sonra hayali, gördüğü her karaltıyı kendisini öldürmek isteyen korkunç bir dev veya ruh gibi canlandırmaya başla­yacaktır. Bir takım inişler ve çıkışlar canlandıracaktır. Göğe çıkan ve yere inen varlıklar görmeye başlayacaktır. Etrafında gerçekte varolma­yan cisimler ve şekiller belirecektir. Onun bu korkulu hali devam ettiği sürece hayali mevhum varlıkları canlandırma işini sürdürecektir. Hatta gidip bu durumu başkalarına da anlatacak ve onların zihninde de ben­zeri bir durumun meydana gelmesine yol açacaktır. Nitekim bu tür söy­lentiler halk arasında son derece yaygındır. Ama bunlar asılsız hurafe­lerdir ve bir gerçeğe dayanmazlar.
Kimi zaman hayal bu mevhum varlığın zararını bertaraf etme amacına yönelik bir savunma içgüdüsü uyandırır. İnsan birtakım hare­ketler sergileme gereğini duyar. Başkalarını da bu mevhum varlıktan korunmak için, sözkonusu hareketleri yapmaya teşvik eder. Böylece asılsız bir kuruntuya dayalı, hurafe nitelikli bir yasa, bir gelenek doğar.
İnsanoğlu eski çağlardan günümüze kadar hurafe nitelikli görüş ve anlayışların etkisinde kalmıştır. Sanıldığı gibi bu durum sırf doğulu toplumlara özgü değildir. Batılıların hurafelere daha fazla inandıklarını söylemesek bile en azından onlarda da doğulular kadar hurafe yaygındır.
       İnsanların seçkinleri -yani bilginler- insanlığın vicdanında kök salmış bu tür hurafelere dayalı gelenek ve alışkanlıkları yok etmek için sürekli ince manevralarla halkı yönlendirmeye çalışıyorlar. Ki, kamu­oyunun dikkatini bu noktaya çeksinler ve bu hususta uyanık olmalarını sağlasınlar. Artık doktorlar bu hastalıklar için reçeteler yazmaktan yor­gun düşmüşlerdir. Çünkü insanoğlu bir açıdan teorik görüşleri ve ger­çek bilgileri taklit etmekten, onlara uymaktan kendini alamaz. Bir diğer açıdan da nefsani eğilim ve duyarlılıkların etkisinden sıyrılamaz. Kaldı ki, bu tür hastalıklarda, tedavinin bu güne kadar yararlı olmadığı da görülmüştür.
Bu hususta en fazla dikkati çeken tavır, çağdaş uygarlık mensupla­rının ve pozitif bilim uzmanlarınınkidir. Bunlar çağdaş bilim, somut verilere ve deneysel yönteme dayanır, diyor ve gerisini reddediyorlar. Bunun yanısıra uygarlığın temelde, elverişli her yolu kullanarak top­lumsal tekamülü sağlama amacına yönelik olduğunu ileri sürüyorlar ve eğitim sistemini de buna dayandırıyorlar.
Ne var ki -son derece ilginçtir- bu anlayışın kendisi de hurafeye dayanır. Çünkü doğabilimleri, doğanın özelliklerini araştırır, onların konumlarını belirlerler. Diğer bir ifadeyle, bu maddî bilimler, her za­man maddenin gizli kalmış yönlerini araştırırlar. Madde ötesine gelin­ce; maddî bilimlerin olumsuz bir görüş belirtmeleri sözkonusu olamaz. Çünkü bir kanıt olmaksızın somut verilere ve deneysel yönteme uymu­yor diye bir şeyi inkara kalkışmak en büyük hurafedir.
Aynı şekilde medeniyetin temeli de, sözünü ettiğimiz toplumsal tekamül hedefidir sözü de hurafedir. Bu tekamül ve toplumsal mutlu­luk, kimi zaman bireyin kişisel mutluluğundan yoksun kalmasını ge­rektirebilir. Vatan uğrunda, kanun ve ideal uğrunda ölmek, kendini fe­da etmek gibi. Yani toplumun dokunulmazlığına zarar gelmesin diye ferdin mutluluktan yoksun kalması. Bir insan ancak tekamüle dayalı inanç sisteminin bir gereği olarak bu yoksunluklara katlanabilir. Onun bunları erdem olarak görmesi de buna bağlıdır. Bunlar -aslında onun için değil,- toplum için bir tekamüldür. Gerçekte kendisi için, bir yok­luk ve yoksunluktur. Eğer bunlar tekamül kabul edilecekse, bu, ancak toplum için geçerlidir. Halbuki, insan toplumu kendisi için ister, kendi­ni toplum için değil. Bütün bunlardan dolayı toplumlar bireylerini bir bakıma kandırarak şu düşünceyi empoze ederler: Kişi kendini feda ederek toplum içinde iyi anılmayı, kalıcı bir isim bırakmayı, her zaman övgüyle kendisinden sözedilmeyi gerçekleştirir. İşte bu, sonsuza dek yaşamak demektir. Kuşkusuz bu, bir hurafedir. Gerisinde bir şeyin ol­madığını iddia ettiğimiz bir hayatın tükenişinden ve yokolup gitmesin­den sonra hangi hayat vardır?
Bunun bir emeği de şu iddiadır: Toplumsal birliğin korunması için insan, kanunların acı yönlerine katlanmalı ve canının çektiği bazı şeylerden yoksun kalmaya katlanmalıdır, ve geri kalan diğer şeylerle teka­mülüne kavuşmalıdır. Bu tür telkinlerin etkisinde kalan kişi toplumsal tekamülü kendi tekamülü gibi algılar. Ama bu bir hurafedir. Toplumsal tekamül ile kendi tekamülü örtüştükleri sürece böyle bir şey geçerli olabilir. Bunun dışındaki durumlar için böyle bir şey söylemek müm­kün değildir.
Bir ferd bireysel tekamülü ya da bir toplum insanlık alemi açısın­dan zorla da olsa istediğini elde etme, üstün bir güce sahip ve dilediği­ni direnç görmeden benimsetme durumuna gelmişse, hangi etmen, bu ferdi, toplumun tekamülünün aynı zamanda onun tekamülü olduğunu, bunun onun için bir övünç ve güzel isim yapma fırsatı olduğuna inan­dırabilir? Nitekim devamlı güçlü ulusların zayıf uluslardan yararlandı­ğını, onların yaşamlarından çıkar sağladıklarını görüyoruz. Kendi ulu­sal çıkarları için ayak basmadıkları yer, ulaşmadıkları hedef kalmadı. Hiç bir kitle yoktur ki, tutsak edip köle gibi kullanmasınlar. Acaba bu telkin, yok olma fobisini unutturma amacına yönelik bir sosyal uyuştu­rucudan başka bir şey midir?
Bu hususta Kur'an-ı Kerim'in başvurduğu yöntem ise, teoride, in­sanlara Allah'ın indirdiği hükümlere uymayı emretme ve hakkında bil­gi sahibi olmadıkları hususlarda hükümler belirlemekten nehyetme şeklindedir. "Pratikte ise, Kur'an insanı Allah katında olan nimetleri is­temeye yöneltir. Bu sonuç onun kişisel arzusuyla da uyuşursa, bu onun açısından hem dünya, hem de ahiret mutluluğunu ifâde eder. Yok eğer Allah'ın indirdiği hükümlere uyması, onun bireysel olarak bir takım şeylerden yoksun olmasına yolaçıyorsa, kuşkusuz Allah katındaki ödül daha büyüktür. Allah katındaki nimetler daha iyi ve daha kalıcıdır.
Herşeyi somut verilere göre değerlendirme düşüncesinde olan ma­teryalistler diyorlar ki: Dine uymak, bilimin reddettiği bir gelenektir. Dindarlık insanoğlunun yaşadığı dört dönemden ikincisine özgü bir hurafedir a) Mitoloji dönemi b) Din dönemi c) Felsefe dönemi d) Bi­lim dönemi. Çağımızda insanlar bilime inanma ve hurafeleri reddetme dönemini yaşıyorlar. Bu yaklaşım hiçbir bilimsel dayanağı bulunma­yan bir safsata, asılsız bir hurafedir.
Dine uymayı bir gelenek olarak yorumlamak yanlıştır. Çünkü din doğruluğu tartışma götürmez vahiy ve peygamberlik misyonu kanalıyla edinilen dünya ve ahirete ilişkin bilgilerden, toplumsal yasalardan. ibâdet biçimlerinden ve insanlararası ilişki kurallarından doğru sözlü peygamberin bildirdiği haberlerden oluşan bir bütündür. Nitelikleri bundan ibaret olan dine uymak, bilime uymaktır. Çünkü, bu tür belgeli haberleri doğrulamak bilimin görevidir. Daha önce: ''Musa kavmine: "Allah size bir inek kesmenizi emrediyor" demişti." (2/67) âyetini in­celerken gelenek ve taklid kavramı üzerinde durmuştuk. Daha ayrıntılı bilgi için oraya başvurulabilir.
İşin ilginç tarafı da bu görüşü ileri sürenlerin, hayatın temel ilkeleri ve toplumsal davranış kuralları noktasında yeme, içme, giyinme, çift­leşme ve barınma gibi konularda körü körüne geleneğe uymaktan, hiç bir kanıtlayıcı açıklama yapmaksızın (neva) peşine düşmekten başka birşey yapmayanlar olmalarıdır. Evet, geleneğe yeni bir isim uydur­duklarını biliyoruz. Artık ona kalkınmış dünyanın benimsediği kural diyorlar. Böylece gelenek ve taklit ismen değil ama, cismen varlığını sürdürüyor. Lafzı bir kenara atılmış ama anlamı genel kabul görmüş­tür.
"Kovanı kovalar arasına bırak" deyimi bilimsel, ilerici ve uygarlı­ğın ifâdesi bir slogan, ama "Hava ve hevese uyma yoksa seni saptırır." gerçeği de dinsel bir gelenek ve asılsız bir hurafe olmuştur.
İnsanlık hayatını düşünce planında dört döneme ayırmalarına ge­lince, din ve felsefe tarihi bunu yalanlamaktadır. Bilindiği gibi Hz. İb­rahim'in dininin ortaya çıkışı Hindistan'da, Mısır'da ve Keldonilerin ülkesinde felsefenin ortaya çıkıp yaygınlaşmasından sonraki dönemle­re rastlar. Hz. İsa'nın yaşadığı dönem Yunan felsefesinden sonra­dır. Yine Hz. Muhammed'in (s.a.a.)  (yani İslâm'ın) ortaya çıkı­şı da Yunan ve İskenderiye felsefesinden sonraya rastlar. Kısacası fel­sefenin zirveye ulaşması, dinin zirvesine ulaşmasından önce gerçekleş­miştir. Daha önceki açıklamalarımızda, Allah'ın birliği esasına dayalı dinin, çok tanrılı dinlerden, tarihsel olarak daha öncelikli olduğunu vurgulamıştık.
İnsanlık tarihi açısından Kur'an'ın onayladığı bölünme şudur: a) Tüm ümmetlerin tek bir ümmet oldukları ilkel dönem b) Duyumculuk ve maddenin etkinlik kazandığı dönem. "İnsanlar tek bir ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi." (2/213) âyetini incelerken, sözünü ettiğimiz bu tarihsel dönemlerin ni­teliklerini de etraflıca anlatacağız.