İKLİL
  Biri Livni'ye Hatırlatsın...
 

 

Biri Livni’ye gerçeği anlatsın!
GEÇENLERDE İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin sarf ettiği, ‘Müstakbel Filistin devleti, İsrail’deki Araplar dahil, her nerede olurlarsa olsunlar tüm Filistinliler için bir çözüm olacak... Herkes iyice anlamalı ki, İsrail devleti Yahudi halkının ulusal anayurdudur’ şeklindeki sözler, modern tarihte Siyonizm’in bilinçli bir çabayla doğurduğu ve bir ‘tarihi hak’ iddiasına yaslanan bugünkü İsrail’in tarihin çarpık yazılımı anlamına gelen gayrımeşru’luğunu ‘tarihi konuşturarak’ tartışmayı kanaatimce mümkün kılıyor. Bu bağlamda kısa bir tarih gezintisi yapmak içinse, konunun uzmanlarından birine ait şu satırlar oldukça özlü bir çerçeve sunmakta:

‘Siyonizm, Filistin’e geri dönüş için tarihsel, antropolojik ve hukuksal olarak sağlam sebeplere sahip olmadığı yerde mitler yaratmak zorundaydı. Bugünkü Yahudilerin İbranilerin devamı olduğunu, Yahudi antropologlar da ispatlayamadılar. Keza, Arapların değil, Yahudilerin Filistin’in ilk sakinleri olarak göründüğü iddiası da ispatlanamadı. Birçok Yahudi Romalıların işgalinden önce ekonomik sebeplerle Filistin’i terketmiş olduğu için, Yahudilerin kanunsuz olarak kovuldukları da ancak kısmen doğrudur. Tarihsel araştırma sırasında, Yahudilerin daima Filistin’e dönmek istedikleri iddiasının ise, yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Yegane doğru, Filistin’in ikibin yıl önce Yahudilerin vatanı olduğudur.

Filistin’in oniki yüzyıl İbranilerin olmasıyla belirlenmiş olan bu gerçeği, hukuki ve tarihsel olarak sağlam hiçbir sebep (Filistin’e) bir geri dönüşe çeviremez. Filistin’in bu arada bir Arap ülkesi olması bir yana, tarihsel gidişe aykırı sebeplerden dünyanın bir savaş alanı haline gelmesini istemeyen hiç kimse Yahudilerin Filistin’de bulunmadığı, bizim zaman ölçümüze göre ikibin yıllık tarihi kolayca inkar edemez. Bu geçerli görüşe karşı çıkıldığında, hatta, İbranilerden daha uzun bir süre Filistin’i işgal etmiş bulunan Mısırlılar, Grekler, Persler de ‘Kutsal Ülke’ üzerinde egemenlik iddialarını ileri sürebilirler.’ (Wolter Hollstein, ‘Filistin Sorunu-Filistin Çatışmasının Sosyal Tarihi)

Önce ‘Filistler’ vardı


Bu satırların kılavuzluğunda bir tarih yolculuğuna çıktığımızda, ilkin, Filistin’in uzak geçmişinde, İbranilerden de önce, orada ‘Kenanlılar’ ve ‘Filistler’in yerleşik olarak var olduğunu görüyoruz. Klasik kaynaklara göre; İsrailoğullarının İ.Ö. 1136’da Filistin’e ulaştığı, Filistlerin ise daha önce İ.Ö. 1190’da gelip kıyı bölgesinde yerleşmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. Aynı araştırmada ‘Şayet İsrailoğulları Filistin’e Filistlerden önce gelmiş olsalardı şüphesiz iç kesimlere değil, daha verimli olan ve deniz ticareti için önem taşıyan sahil şeridine yerleşirlerdi’ deniliyor. Öte yandan, İbrani kutsal kitabında ‘Filist bölgesinin İbrani göçünün liderince fethedilemeyen yerler arasında’ sayılmasaı bir diğer delildir.

Firavunların zulmünden ötürü Mısır’ı terkederek Musa öncülüğünde göç eden İsrailoğullarının İ.Ö. 1000’lerde Davud’la Filistin’de ilk İbrani Krallığını kurduklarını, Süleyman’la ise bu krallığın güçlendiğini de ilgili kaynaklardan biliyoruz. Ancak, aynı kaynaklar bize, Süleyman’ın ölümüyle bu krallığın ikiye bölündüğünü, bunların (İ.Ö. 10. yy’dan itibaren gerçekleşen Asur, Babil, Pers, Grek-Roma ve Bizans işgal yönetimlerinde) zayıflayarak, İ.Ö. 720 ve 580’lerde yıkıldıklarını ve nihayet İ.Ö. 64’te başlayan Roma devrinin İ.S. ilk yüzyılı içerisinde yokolduklarını da söylüyor.

Majestelerinin emriyle!


Filistin, Sami-Arap halkının varlığı dolayısıyla, İ.S. 636’dan itibaren -Haçlı aralığı istisna edilirse- I. Dünya Savaşı’nın sonlarına dek Müslüman hanedanların yönetiminde bir uzun dönem yaşamıştır. 19. yüzyılın sonlarında dünya Yahudileri arasında gelişen Siyonist hareket, bölgeye yönelik, tarihi hak iddiasına yaslanan bilinçli bir göçe girişecektir. Bu doğrultuda ise, tarihin çarpık yazılımına konacak ilk nokta, I. Dünya Savaşı’yla stratejik bir işbirliğine dönüşecek olan İngiliz-Siyonist yakınlaşmasının doğurduğu Balfour Bildirisi olarak hatırlanmalıdır.

İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un, Filistin’de yurt edinme istekleri karşısında Siyonistler adına Rotschild’a 2 Kasım 1917’de yazdığı mektupta ‘Majestelerinin Hükümetinin Yahudi halkı için bir milli yurdun Filistin’de kurulmasını olumlu karşılamakta ve oradaki Yahudi olmayan toplulukların medeni ve dini haklarına bir zarar getirmeyeceği anlaşılacak surette, bu hedefin tahakkuku için elinden gelen gayreti esirgemeyecek olduğu’ belirtiliyordu.

İngiltere, o sırada henüz hiçbir tasarruf yetkisinin bulunmadığı Filistin’de Yahudilere bir yurt vadettiğinde, burası, nüfusunun yüzde doksanı Arap ve toprağının ancak yüzde ikisi Yahudi mülkünde olan bir ülkeydi. Osmanlı nüfus sayımlarına göre nüfusun ‘1880’de yüzde 87’si, 1890’da 85’i, 1914’ te ise 83’ü Müslüman idi’. Buna göre, Savaş’ın sonunda ortada olan gerçek, Filistin’in yüzyıllar boyunca (Romalılar döneminden başlanırsa, 19 yüzyıl boyunca) Arap temelli kaldığı idi.

Ne var ki savaş sonrası modern dünya ve hukuku şekillenirken temel ilke olarak beliren ‘halkların kendi geleceklerini belirleme hakkı’ bu nüfus gerçeğine ve Arap beklentilerine rağmen 1920’deki San Remo Konferansı, Filistin’i İngiliz mandasına veriyordu.

Hemen bir sivil manda yönetimi kuran İngiltere, manda metnine ‘Yahudi halkın Filistin’le tarihi bağları ve bu ülkede yeniden bir yurt edinme hakkı’ ifadesiyle Balfour Bildirisi’ni ekletebildiği gibi; uygun şartları oluşturma ve Yahudilerin göçle gelip toprak edinmelerine imkan sağlama yönündeki sorumluluğu da tescil edilecek; bu hukuk dışılığı arttıracaktı.

İngiliz manda dönemi


Zira, yeni düzene göre hukuken Filistin mandası da ‘A sınıfı’ydı; bu sınıftaki ülkeler, kendilerini ayakta tutacak teşkilatlanma tamamlanıncaya dek mandater devletin ancak idari tavsiye ve yardımlarına tabi olup, ardından içlerindeki halk çoğunluğunun geleceklerini belirleme hakları doğrultusunda bağımsızlık kazanmaları öngörülmekteydi.

Buna rağmen İngiltere’nin Yahudilere taahhüdü uyarınca, idari tavsiyenin çok ötesinde bir uygulama yürütülüyor, hukuk açıkca çiğneniyordu. Sonuç, Yahudi göçleri daha hızlı, Filistin’e yerleşim daha sistemli oldu. Bu çarpıklık ise tabii olarak Filistinli Arap tepkisini doğuracaktı.

Dolayısıyla, tarihin bu ‘manda dönemi durağı’nda, ‘Yahudiler Filistin’e mümkün olduğunca fazla Yahudinin göçünü sağlamaya çalışırken, Araplar bir yandan göçleri engellemeye, öte yandan nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil etmelerine dayanarak, Filistin’de ‘bağımsız’ bir ‘Arap Devleti’nin kurulması için çaba harcamışlardır.’

Bu arada yeni bir dünya düzeni oluştu ve II. Dünya Savaşı BM’in yanısıra güç odağı olarak ABD’yi öne çıkardı. Hem örtüşen çıkarlar hem de Siyonistlerin bilinçli çabaları ABD’yi iyice Yahudi meselesinde taraf kıldı. 1945’de ABD Başkanı’nın bölgeye Avrupa’dan 100 bin Yahudinin daha göçmesini talep edişi üzerine oluşturulan İngiliz-Amerikan ortak komisyonu bu göçü uygun görmekle birlikte, İngiliz denetiminde iki milliyetli tek devlet tavsiyesinde bulundu. Gelişmeler bu arada Arap-Yahudi çatışmalarını ve Yahudi tedhiş faaliyetlerini iyice hızlandırmıştı.

Bu durumdan artık zararlı çıkan İngiltere, kurtuluşu sorunu BM’e devretmekte buldu. BM Genel Kurulu’nun 1947’deki raporunda, bir çoğunluk planı olarak, bölgenin iki halka taksimi tavsiye edildi. ABD baskısı altındaki BM, bu tavsiye temelinde 29 Kasım 1947’de ünlü ‘Taksim Kararı’nı verdi. Buna göre, Filistin yediye bölünüyor; üçer bölge Araplara ve Yahudilere, yedincisi olan Yafa ise Yahudi bölgesi içinde gene Araplara verilirken, Kudüs ve çevresi için ayrı bir milletlerarası statü öngörülüyordu.

Böylece çizilen haritaya bakıldığında bu karar, Filistin topraklarının yarıdan fazlasının (yüzde 56,4’ü) Yahudilere verilmesi demekti.

Yeni dünya düzeninin hukuk organından çıkan (bu sebeple daha sonra Siyonist hareketin ‘hukuki’ temeli olan) bu kararın, kendi geleceğini belirleme hakkı bağlamındaki çarpıklığını anla(t)mak için, gene nüfus kayıtlarına bakalım: 1946 sonu itibarıyla Filistin nüfusunun toplamında Müslüman oranı yüzde 60, Yahudilerin yüzde 31, Hıristiyanların yüzde 8 ve bunlar dışında kalanların oranı da yüzde 1’di. Bu rakamlar, manda döneminde anılan planlı göçe rağmen hala Arap nüfusun Filistin’de ağırlık taşıdığını bize gösteriyor.

Bu nüfus gerçeği ışığında, tabiidir ki, bu taksim, Arapların kabul edebileceği bir şey değildi. Dolayısıyla, Filistin’de karşılıklı çatışmaların başlamasıyla İngiltere, manda idaresini 15 Mayıs 1948’de bütünüyle sona erdireceğini açıkladı.

Şıpın işi devlet


Bu ise, Filistin tarihini Siyonizmin ‘devlet durağı’na getirecek; Siyonist önderler, 14 Mayıs’ta zaten hazırlıklı oldukları adımı atarak BM’nin çizdiği sınırlarda bir İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan edeceklerdi. (Bu devleti ABD’nin anında tanımış olması da, bu arada önemle kaydedilmelidir).

Bu gelişmenin sonucu, Arap Birliği ordularıyla bu türedi devlet arasında savaş patlak verdi. 1949 Temmuz’undaki mütareke anlaşmalarının ortaya çıkardığı gerçek ise: İsrail’in Taksim’le çizilen sınırları, daha öteye taşırmakla kalmayıp Kudüs’ün batısını işgal etmesi, Filistin’den geriye kalan Gazze’nin Mısır, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün de Ürdün işgali altına girmesi oldu.

Böylece, Filistin’de ‘tarihi olanca çarpıklığıyla yazarak’ ortaya çıkan (üstelik aynı yıl bitmeden, resmen BM üyeliğine kabul edilen) İsrail, (ilerleyen yıllarda, ABD payandasıyla, artık geri dönüşsüz kabul edilegelmek üzere) Filistin topraklarının yüzde 78’ine sahip oldu.

Aynı zamanda, ele geçirilen topraklardaki yerli halkın, Siyonist güçlerin yıldırma eylemleriyle yurtlarını terkederek, Batı Şeria, Gazze ve çevre ülkelere dağıldığı (bunların sayısı 1950 başında hesaplandığında toplam olarak 750 bini aşmış idi) bu ilk savaşın ardından, Filistin sorunu uzunca bir süre dünya gündeminde yalnızca ‘mülteciler meselesi’ olarak yer aldı.

Kendi vatanında parya


Tarihin bundan sonraki en önemli dönüm noktası ise, Siyonist ideoloji doğrultusunda planlı bir hazırlıkla İsrail’in başlattığı, 1967 Savaşı oldu.

Bu savaşla İsrail’in, Filistin’in kalan son toprakları olan Gazze Şeridi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü işgali altına almasıyla, artık ‘Filistin Sorunu’, o günden bu yana, kendi topraklarında bağımsızlık hakları ellerinden alınmış Filistinli halkın sorunu olarak dünya gündemine oturdu.

Böylelikle, II. Dünya Savaşı sonrası kemikleşen ‘çarpık’ yapısı hala değişmeyen günümüz dünya düzeni içinde İsrail’in ‘siyasi varlığı’ bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor.

Yukarıda anlatılanların yeterince açıklıkla bize gösterdiği gibi, İsrail’in varlığı meşru değildir.

Livni’nin, yazının başında aktardığımız sözleri, ‘tarihi ve tabii hak’ anlayışı temelinde İsrail’i kuran Siyonist ideolojiye yürekten bağlı olduğunu gösteriyor. Bununla beraber, bu kurucuların söz konusu hak iddiası, Livni’nin Filistinlilere bugün lütfeder göründüğü son toprakları da içine alıyor. Nitekim (eğer Livni önümüzdeki seçimleri kazanıp muhtemelen başbakan olursa ikinci kadın olarak kendisini takip edeceği) Golda Meir de devlete giden yoldaki öncü çabalarıyla aynı ideolojik bağlılığa sahip olmakla kalmayıp, 1969’da ‘Filistinliler diye birşey yoktur’ diyebilmişti. Bu durumda, ne dersiniz, Livni’yi öncülünden daha demokrat/ eşitlikçi addederek şükran mı duymalıyız!?... 
 
Prof. Dr.LÜTFULLAH KARAMAN
Fatih Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi