İKLİL
  Ünlüysen Hacc'a Gitmeyegör...
 


 

Ünlüysen hacca gitmeyegör!
TÜRKİYE’DE nüfus cüzdanının din hanesinde yazan mensubiyeti pratik hayata geçirmek adına hacca, umreye giden, namaza başlayan, kısacası bir nebze olsun içinde yaşadıkları dünyadan farklı bir tecrübe yaşamak isteyen -özellikle meşhur- kişiler, üstüne bir de ‘Atatürkçü’, ‘cumhuriyetçi’, ‘laik’ olduklarını, hacdan (veya umreden) sonra ‘mesleklerine aynen devam edeceklerini’ söylemek zorunda kalıyorlar.
İşte Emel Sayın örneği. Sayın, geçtiğimiz yıl umre dönüşü havaalanında gazetecilere şunları söylemişti: ‘Umre, hayatımda yaptığım en güzel, en doğru şey. Sevgili Peygamberimizin kabrine iki metre mesafede yüzlerce, binlerce insanla birlikte namaz kılıyorsunuz. Ona o kadar yaklaşabiliyorsunuz. Sonra Kábe’ye gidiyorsunuz. Kábe’yi karşımda gördüğüm anı hiç unutamayacağım. Her gün orada dua etmek, ibadet etmek... Bunlar olağanüstü şeyler.’

Ancak medyayı tanıdığı için şunları da eklemişti daha sonra: ‘Ben milyonlarca hemcinsim gibi çağdaş, laik bir Türk kadınıyım. Benim yolumu aydınlatan iki ölümsüz isim var. Biri Peygamberimiz Hazreti Muhammed, diğeri ise Mustafa Kemal Atatürk.’

Umreye gitmiş, oradaki güzelliklerden fazlasıyla etkilenmiş, ‘Allah nasip etse de hacca da gitsem’ diyen bir insana hiç alakası yokken ‘Atatürkçü’ olduğunu söyletmek Türk medyasındaki genel havanın ne kadar saygısız, ne kadar insan hayatına kasteden bir yapısı olduğunu gösteriyor. ‘Laik bir cumhuriyet kadını’ olduğunu söylemese, biliyor ki ertesi gün gazetelerde ‘Emel Sayın tarikatçı mı oldu?’, ‘Sayın’ın elini öptüğü hoca kim?’ haberlerini okuyacak. Bundan yedi-sekiz ay önce milli voleybolcu Aysun Özbek’e yapılanları hepimiz hatırlıyoruz.

Yine önümüzde bir Necla Nazır vakası var. Yeşilçam’ın ‘başarılı’ ve ‘güzel’ oyuncusu iken, ‘bunalıma girip çarşafa bürünen’ Nazır, saygısızca yorumlardan ve vicdanına kast eden yönlendirmelerden o denli bunaldı ki başını bir açıp bir kapama noktasına geldi. Necla Nazır örneğinden anlıyoruz ki bu müdahalelere göğüs germek gerçekten zor iş.

Umreye gittim ama...


Türk medyasının aslında biraz empatiye, biraz da bilgiye ihtiyacı var. Geçmişte belirli alanlarda faaliyet göstermiş ünlü kişiler ilerleyen yıllarda hayatlarını daha farklı bir şekilde yaşayabilirler. Bu, dünyanın her tarafında böyledir. Bu kendini geri çekmeler, inzivaya çekilmeler sadece dini sebeplerle de olmayabilir. İnsanlar bazen yaşadıkları samimiyetsiz dünyadan sıkılabilir, bazen kendilerine daha fazla zaman ayırmak isteyebilirler.

Bir bakmışsınız Greta Garbo gibi bir oyuncu bir anda ortadan kaybolmuştur. ‘Mata Hari’ (1931), ‘Anna Karenina’ (1935) ve ‘Kamelyalı Kadın’ (1936) gibi filmlerin unutulmaz oyuncusu Garbo sinemayı bıraktığında sadece 37 yaşındaydı. Acaba kafayı yemişti de ondan mı bırakmıştı bunca şöhreti ve şatafatı? Elbette hayır.

Yine burada ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın (The Catcher in The Rye) yazarı Jerome David Salinger ve Türkiye’nin en önemli şairlerinden Sezai Karakoç örnekleri verilebilir.

Bir insanın içsel yolculuğuna duyulan saygı bir bakıma medeniliğin de ölçüsü galiba. Kişi ‘Ben artık eski ben değilim’ diyorsa, hayatını yeni baştan kurgulamaya karar veriyorsa, belli ki önceki hayatından memnun değil. Şimdiye kadar yaptıklarını kendi hür iradesiyle yaptığını kabul ettiğimiz insanın dini bir hayat yaşamaya başlamasını buhranla, bunalımla, kafayı yemekle veya gösteriş merakıyla ve konjonktürle açıklamak ya cahillik ya da kötü niyetliliktir. Bir üçüncüsü değil.

Bu bakımdan manken ve eski oyuncu Yaşar Alptekin’in yaptığı tercihi sorgulamak, dahası onunla alay etmek kimsenin haddine değil.

80 ve 90’lı yılların gözde oyuncusu Alptekin, Sakıp Sabancı’nın cenaze töreninde kendisine müthiş bir titreme geldiğini söylüyor. Sanki rüzgár o an çok daha farklı esiyor. Onunla adeta konuşuyor. O gün orada bir şeylerin değiştiğini hissediyor. (Tabii bunlar kendi ifadesi, doğruluğunu bilemeyiz.)
O olaydan sonra kendini sorgulamaya başlıyor. Düşünmeler, sorgulamalar, okumalar derken derdine (İslám) dininin derman olacağını düşünüyor. Ardından namaza başlıyor. Namaz sergüzeşti daha sonra kitap haline geliyor (Namazla Yeniden Doğdum, Nesil Yayınları). Bu süreçte birkaç defa hac başvurusu yapıyor. Fakat hacca gidenler kura ile belirlendiğinden ancak bu yıl gidebiliyor...

Hacca gittiğini kimsenin duymadığı Alptekin, dönüşünde sakalı, entarisi ve boynuna astığı tespihle ‘kameraların ilgi odağı’ oluyor. Alptekin aynı gün namaz kılmak için Eyüp Sultan’a gidiyor. Burada, çocuğunun ÖSS’yi kazanması için okunmuş kesme şekerle türbeden geri geri çıkma egzersizleri yapan bazı kadınlarca yolu kesilip eli öpülüyor...


Hakaret serbest!

Olay ertesi gün bazı gazete ve internet sitelerinde ‘Cüppeli Yaşar El Öptürdü’, ‘Helal Model Alptekin’ gibi başlıklarla verildi. Hatta bazıları daha da terbiyesizleşerek Alptekin’e ‘meczup’ dahi dedi. İçlerinden bir tanesi ‘Dünyanın en güzel avını yaptık. Şeytan taşladık. Şeytan taşlarken kendi içimizdeki şeytanı taşladık.’ diyen eski oyuncu için şunu yazdı: ‘Yaşar Alptekin ‘şeytan taşlarken kendi içimizdeki şeytanı taşladık’ diyor. Oysa Alptekin, 2007 yılında çıkan kitabında içindeki şeytanı çoktan öldürdüğünü yazmıştı. Alptekin’in içindeki şeytan ölmemiş demek ki!’

Ne kadar sığ, ne kadar da hiçbir şey anlatmayan bir cümle değil mi! Bir şeyler yazsın diye köşe emanet edilen bir insanın kurduğu mantığa bakın. ‘Yazar’ yazısını şöyle bitiriyor:

Değişmek kabahat


‘Hacı Yaşar’ın açıklamalarını, kendi deyimiyle ‘Hep uçlarda yaşayan Tekirdağ Şarköy’lü Deli Yaşar’ın hezeyanları olarak görmemek lazım. Çünkü günümüzde bu Yaşar’lar çok... Hem de hepsi iktidar sahibi... Şimdi sıra Hacı Yaşar’da... Ey benim ‘Yalnız ve güzel ülkem’in saf insanları... Yarın öbür gün Hacı Yaşar, belediye başkanı da olursa hiç şaşırma... Zira bize böyle yöneticiler lazım!’

İşte düzey bu... Umreden dönen ünlülere ‘Efendim sizi yine tanga ile görecek miyiz?’ diye soran muhabirler, bunları ‘haber’ yapan haber müdürleri, umre ile haccın farkını bilmeyen, dilimize ‘teravi’ ve ‘aptes’ gibi kelimeler kazandıran, müezzinlere ezan ‘söyleten’ köşe yazıcıları... Vasat bu iken neyi nasıl konuşacağız ki...

Medyanın bu tavrını bir yana bırakırsak, Alptekin hadisesinin samimiyetle ve yapıcı biçimde eleştirilebilecek tek yanı, Eyüp Sultan’daki el-kol öptürme hadisesidir. ‘Dışarıdan gelenler’e tutkulu bir hayranlık besleyen halkımızın bu aşırı ilgisinden uzak durması ve sadece ‘yüreğinin götürdüğü yer’e gitmesi, Alptekin’e yapılacak en dostane tavsiyedir. Öbür türlü, ‘Yeşil sermayeye göz kırpıyor, belediye başkanı da olur yakında’ yakıştırmaları ile ‘Kerametler sahibi Yaşar Baba’ abartıları arasında yolunu kaybedecek, sağlamaya çalıştığı iç dengeyi büsbütün yitirecektir. Daha önceki birçok örnekte olduğu gibi...


SALİH KILINÇ  Yazar