İKLİL
  İslam'ı Nasıl Geliştirsek?!
 

 

İslam’ı ‘yoga’yla mı geliştirsek yoksa ‘kapitalizm’le mi!  
 
Son zamanlarda Batı’da sadece hala belirli bir geleneğe bağlı olan ve o geleneği felsefe diliyle sürdüren (mesela, John D. Caputo ya da John Millbank gibi) filozofların değil, Habermas’tan Rorty’ye, Derrida’dan Vattimo’ya kadar ‘seküler’ filozofların da bir biçimde ele almak ihtiyacını hissettikleri ‘din(sel)in dönüşü’ konusunun, Türkiye’de (aktörlerin yapıp ettikleri anlamında) sosyal planda olmasa da düşünsel planda ne düzeyde olduğunu anlamak istersek, karşımıza nasıl bir tablo çıkar?

Örneğin, Malezya Fetva Konseyi’nin sadece fiziksel bir egzersiz olmadığını, tinsel öğeler de taşıdığını öne sürerek Müslümanlara yasakladığı ‘yoga’nın Diyanet tarafından da ‘caiz’ olmadığının söylemesi üzerine başlayan tartışmalara ya da İslam’ın ‘geri dönüşü’nün veya ‘kalkınması’nın vasıtası olacak ‘vazife ve iş adamı’nın nasıl bir ‘sosyal adalet’ getirebileceğini öne süren ‘kapitalizm manyağı’ tavırlara bakıldığında?

Hatırlanacağı üzere, A.Ü İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Salih Akdemir gazetelerdeki çeşitli söyleşilerinde ya da Süleyman Ateş NTV’deki bir programda, Diyanet’in ‘caiz değildir’ fetvasının aksine, yoga için ‘sakıncası yok’ dediler ve böylece bizi bir kez daha ‘Malezyalılaşıyor muyuz’ tartışmasından kurtarmış oldular!

Özellikle Salih Akdemir’in bu konuda olsun, başka meselelerde olsun, hayli ilginç bir tavır sergilediğini söylemek yanlış olmasa gerek. Sadece kendi uzmanlık sahasında değil, Freud’tan Nietzsche’ye, ‘kamil insan’ın anlamından yoga ve meditasyona, ‘varlıkla bütünleşme’den ‘kendini ilahi bir akışa bırakma’ya varıncaya değin öyle bir çırpıda bir arada kullanılması insanı hayli müşkül vaziyetlere sokacak konuları, ‘modern veziceler’e sığdırıveren kanaatleriyle Akdemir, bildiğimiz, hani dağcıların yaptığı fiziki olarak meşakkat gerektiren o ‘dağa tırmanma sporu’ ile ‘Uzak Doğu sporları’nı harmanlayıvermesiyle de herhalde muazzam bir terkip meydana getirdiği için alkışı hak etse gerek!

‘Üst insan’a tırmanırken


‘Tırmanışın amacı varlıkla bütünleşmekti’ diyordu Akdemir, 2 Aralık tarihli Akşam’da kendisine ‘Hasan Dağı’na tırmanış hikaye’si sorulduğunda. Ama tabii konu ‘meditasyon’du ve bu ilahiyat fakültesi profesörünün bu konudaki mümtaz görüşleri, ‘dağ-bayır’ tırmanarak ‘varlıkla bütünleşmek’le sınırlı kalmamaktaydı: ‘Meditasyondan gayemiz Nietzsche’nin dediği üstün insanı oluşturmak; tasavvufta buna ‘insan-ı kamil’ diyoruz. Toplum içinde yabancılaşmamış, kendini gerçekleştiren insanı istiyoruz. O insan, bütün bilgeliklerin hepsini içinde barındıracak. O yorumun anlamı içimize tanrısal modeli yerleştiriyor.’

Burada mesele, mesela Nietzsche’nin ‘üstün insanı’nın Akdemir’in anlattığı şey olmaması ya da ‘insan-ı kamil’ ile ‘üstün insan’ın aynı şey olmaması veya ‘tanrısal model’ denilen şeyin tuhaflığı veyahut ‘tasavvufta buna ‘insan-ı kamil’ diyoruz’ sözünün beyhudeliği filan değil, Akdemir’in tam anlamıyla ‘meditasyon’un ne olduğunu bize pek güzel ve yerli yerinde anlatmış olması. Akdemir, Nietzsche’yi, ‘kamil insan’ı, tasavvufu veya ‘varlık’ı sindirememişse bile en azından ‘meditasyon’u şeksiz-şüphesiz sindirmiş.

Gerçek din neymiş be!


Aynı şey ‘yoga’ için de geçerli. Bu kez 24 Kasım’da Hürriyet’e konuşan Akdemir’e göre yoga, ‘birlik bilinci’dir. Hatta ilahiyatçı kimliğini de arkasına alarak, onun Kuran’la da benzerlik taşıdığını öne sürer. Ve dahi ‘Kuran’a göre, gerçek din, yoga’da olduğu gibi insan doğasıdır, toplumdaki kurumsallaşmış din değil. İslam insanın kendisiyle barışık olmasıdır’ bile der. (Elbette ki Kuran’dan bahisle konuşan Akdemir’in ‘Kuran’da ‘kim kendini tanırsa Rabbini bilir’ denen budur’ şeklindeki iddialı açıklamasını ya da ‘Peygamber efendimiz, bir hadisinde diyor ki ‘öyle bir an gelir ki ben bana yaklaşan insanın gören gözü, işiten kulağı, yapan eli olurum’’ şeklindeki cümlesini, ‘meditasyon’la elde edilen farklı bilinç düzeylerinin bir aşamasında ‘ayet’ ile ‘hadis’ arasında fark kalmamasına yormalı. ‘Kendini bilen Rabbini bilir’ sözü ayet değil çünkü; ayrıca ‘gören göz’lü ifadede de bize ‘gözü-kulağı’ olacağını vadeden Peygamber değil, Allah; ayrıca bu kutsi hadisin, bağlamından kopartılmazsa Akdemir’in kastettiğinden çok farklı bir amele işaret ettiği görülecek.)

Dağ-bayır tırmanarak kendisini ‘varlıkla bütünleştirmek’le yetinmeyip bize ‘gerçek din’in ne olduğunu da öğretmeye çalışan bu ilahiyat profesörünün bununla yetineceğini düşünürsek herhalde hata etmiş oluruz. Çünkü Akşam’daki konuşmasında ‘Geçenlerde Japonya’daydım, sevgiyi anlattım orada. Bilmiyorlar sevgiyi’ demektedir kendileri. ‘Meditasyon’un ve ‘yoga’nın doğum yerinden bir adım mesafesindeki bu ülkedeki insanların bilmedikleri nasıl bir ‘sevgi’den bahsetmiş ola ki diye merak etmek elbette ki hakkımız.

Ama buna da cevabı var Akdemir’in. Akşam’daki konuşmasında ‘Tanrı sevgidir. Sevgide yaşayan Tanrı’da yaşar, Tanrı’da yaşayan sevgide yaşar’ der. Açıkçası, Pavlus’tan alınmadır bu sözler. Ancak Akdemir, ‘Şeriat öldürür, aşk diriltir’ diyerek Pavlus’tan (ve ‘meditasyon’ ile ‘yoga’dan) ilham alarak icat ettiği bu ‘modern vecizesi’nin Pavlus yanında İbn Arabi’ye de ait olduğunu öne sürerek ‘şirk’ koşar. Bütün bunlar arasında ‘din’e ne olduğu sorusunu da sormak elbet hakkımız. Ancak bu kez imdadına Freud yetişir Akdemir’in, hani çok sevdiği o Pavlus’u Musa ve Tektanrıcılık’ta ‘tektanrıcılık’ içine ‘çoktanrıcılık’ inancını soktuğu, bu anlamda da ‘Musa’nın tektanrıcılığı’ karşısında ‘Amon rahipleri’nin zaferini ilan ettiği için söz konusu eden Freud. (Tabii bu farklı düzeyler arası geçişleri de farklı ‘bilinç’ durumlarında her şeyin ‘bir’ olduğu ‘meditasyon’ ve ‘yoga’ durumuna bağlamalı; yoksa Pavlus’un aslında ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilecek bir ‘sevgi dini’ icat ettiğini Akdemir hoca da biliyor olmalı, o ilahiyatçı kimliğiyle!)

‘Eros’u ‘sevgi’ sanmış


Akdemir, bu kez taa 2001 yılında Radikal’de Neşe Düzel’le yaptığı bir söyleşide, ‘Freud ... dini, insanlığın geleceği için büyük bir tehlike olarak gördü. Freud’un kastettiği, geleneklerin etkisi altındaki toplumdaki dindir. Bu da gerçek din değildir. Burada kişi maneviyatçı gibi gözüküyor ama her şeyi nesneleştiriyor. İnsan sevgisini ortadan kaldırıyor. ... Freud, ‘Dini eylemlerin altını kazıdığınızda, nevrozlar, psikozlar ortaya çıkar’ diyor. Çünkü kişi sevgisiz büyümüştür. ‘Allah’ der fakat taptığı Allah değildir’ diyor.

Sanırım Akdemir, başka şeyler yanında, bu kez de mesela Freud’un ‘eros’u ile ‘sevgi’yi birbirine karıştırmış! İnsan Pavlusçu bir ‘meditasyoncu’ ve ‘yogi’ olmaya görsün, on emirdeki ‘komşunu seveceksin’ buyruğuna ‘niye komşumu seveyim ki?’ diye itiraz eden Freud’u bile bir ‘sevgi insanı’ yapar. Tabii ‘meditasyoncu’lar, ‘yogi’ler için de bir ‘düşman’ lazım. Akdemir de, 29 Kasım tarihli Radikal’deki söyleşisinde, ‘yoga’nın ‘caiz’ olmadığını iddia edenleri bu kez ‘ataerkillik’le suçlayarak (nasıl bir bağlantı kuruldu, bana sormayın!) ‘yoga’ tartışmalarını ilk başlatan ‘Malezya için tehlike Budizm mi, bugünkü acıları yaşadığımız krizin müsebbibi Amerikan kapitalizmi mi?’ diyerek ‘atarekillik’ yanında ‘kapitalizm’i de acayip bir bağlantıyla suçlayıverir.

İşte Star’da Mustafa Akyol da tam bu noktada devreye girer. 10 Aralık tarihli yazısında, Akdemir’in ‘yoga’ hakkındaki görüşlerine ‘bütünüyle’ katıldığını ifade eden Akyol, ‘Bilgelik müminin yitik malıdır’ mealindeki hadisi de zikrederek (aşağıda göreceğimiz üzere tezleri için elzem olan ‘kurumsallaşmış din’e filan ettiği onca lafa aldırmaksızın) Akdemir’e arka çıkarken, bir konuda (bir konuda?) onun da ‘İslam dünyasının ufkunu’ daraltma işine girişiverdiğini belirtmeden edemez. Tamam da der, ‘kapitalizmin nesi İslam’a aykırı ki?’ Şükür ki Akyol, kapitalizmi ‘müminin yitik malı’ haline getirmez, ama getirmekten de beter eder!

Ona göre, kapitalizmin ‘açgözlülüğü, acımasızlığı, sömürüyü, paraya tapmayı’ meşrulaştırdığını iddia etmek, aslında bozulması gereken ‘solcu bir ezber’. ‘Bir kapitalist, bu kötü özelliklere sahip olabileceği gibi, ahlaklı ve erdemli bir insan da olabilir (ne kadar doğru!!!). Aslında kapitalizmi yaratanlar da, Max Weber’in ‘kapitalizmin ruhu’ hakkındaki ünlü çalışmasında ortaya koyduğu gibi, ikinci tipte, yani ahlaklı ve hatta ahlakçı Hıristiyan dindarlar’dır. (Ama Weber o noktadan sonra kapitalizmin alıp başını gittiğinden filan söz eder ki burası ‘sansürlü’)

Müminin yitik mali ne?


Zaten Sabri Ülgener’in de belirttiği gibi Weber kapitalizmin sınırsız bir kazanma ve sömürme hırsı olmadığını, onun ‘düzenli bir ‘meslek’ çatısı altında rasyonel-metodik çalışmayı kendine vazgeçilmez bir hayat ilkesi ve felsefesi haline getirmiş, tüketim ve gösterişten çok tutum ve hesaplılık tarafına yatkın vazife ve iş adamı’nı ortaya çıkardığını söylemektedir.

Böylece bu ‘vazife ve iş adamı’, rasyonel-metodik çalışmasıyla ‘toplumda istihdam yaratmakta, yeni iş imkanları açmakta’ ve böylece topluma zenginliği yaymaktadır. Bu süreçte ortaya çıkan ‘gelir dağılımı eşitsizliği ise, kısmen sosyal devlet tarafından, ama ondan daha da etkili biçimde sivil toplum eliyle hafifletil’mektedir. Zaten içinde bulunduğumuz mübarek Kurban Bayramı’nın da gösterdiği gibi, ‘İslamiyet’in büyük önem verdiği ve ‘zekat’ yoluyla kurumsallaştırdığı hayırseverlik’ de işin bu ‘sivil toplum’ tarafına (İslam toplumları konusunda, doğru-yanlış, onca söz etmiş olan) Weber’in filan da öngöremediği bir boyut eklemektedir. Öyleyse, ‘İslam dünyasının kalkınması, işte bu şekilde ‘sosyal’ yönü de olan bir ‘Müslüman kapitalizmi’nin gelişmesiyle mümkün olacak’tır. Kısacası, onlar erer muradına, biz çıkalım kerevetine!

‘Kapitalizm manyağı’


Tabii ki insan Salih Akdemir’in ‘iki tutam Nietzsche, bir tutam Freud, bir kaç çay kaşığı tasavvuf, üzerine bolca Pavlusçu ‘sevgi’ alıp bunları ‘yoga’ eşliğinde ‘varlığına’ bir güzel katacaksın; sonra da biraz dağ-bayır tırmanarak bunları ‘meditasyon’ eşliğinde bir güzel sindireceksin’ şeklindeki tavrı konusunda kendisini tutamayıp, hince bir tebessüm eşliğinde, matrağı bol bir şeyler kaleme alabilir. Ancak Mustafa Akyol’un ‘Kapitalizm Müslümanlığı bozar mı?’ başlıklı yazısı insanın kanını donduruyor. Hayır sadece ‘din’i ‘bu-dünyalılaştırdığı’ için filan değil, hiç de masum olmayan bir şeyleri nasıl da böyle masumane savunabildiği için. Mustafa Akyol, ya gerçekten bir ‘kapitalizm manyağı’ ya çok saf ya da bizi de saf zannediyor.

Ama acele etmeyelim: Nazif Gürdoğan’ın yine 10 Aralık tarihli Yeni Şafak’taki köşesinde ‘Marx öldü Weber yaşıyor’ başlıklı yazısını okuyup öyle karar verelim. Ne diyor özellikle yazısının sonunda Gürdoğan? ‘Seküler kültürün başkenti Atina’nın bütün dünyada kaleleri bir bir düşüyor [hayır, hayır!!! Yunan polisi bir genci silahla vurduğu için başlayan ‘anarşist’ ayaklanma nedeniyle filan değil, sanırım Mustafa Akyolların çoğalması nedeniyle]. Buna karşılık kutsal kültürün başkenti Kudüs, dünyanın her yerinde yeni kaleler kazanıyor. Dünyada seküler kültürden kutsal kültüre doğru bir geçiş dönemi yaşanıyor. Bütün dünyada yol gösterici olarak, seküler kültür değil, kutsal kültür kabul ediliyor. Tarihin akışını Marx’tan daha çok Weber daha sağlıklı bir biçimde yorumlamıştır. Dünyada kutsal kültüre saygılı olanlarla olmayanlar savaşıyor. Yol gösterici olan ekonomiden daha çok kültürdür. Seçim ekonomi ile kültür arasındadır. Ekonomi kültürün gölgesidir.’ Amin!!!

Yazıya, Batı’da ‘din(sel)in dönüşü’nü konu edinen filozoflarla mı başlamıştık? 

AHMET DEMİRHAN