İKLİL
  Sandığı Önüme Koymadıkça
 


 

ONLAR SANDIĞI ÖNÜME KOYMADIKÇA
BENİ BİR DAHA SANDIK ÖNÜNDE GÖRMEYECEKSİNİZ
 
Onlar kimler? Ben kimim? Neler oluyor? Geride bıraktığımız günlerde basında yer alan iki anketin sonuçları “onları” hayrete düşürdü. Onların düştüğü hayret de kat etmekte bulunduğum yoldaki zeminin ne kadar sağlam olduğu hususundan “benim” bir kez daha haberdar olmamı sağladı. Onlar taktıkları at gözlüğü sebebiyle önlerinde tek ve geniş bir yol olduğu inancıyla yürüyorlar; oysa ben yürünecek yol ihtimallerinden sadece birini seçmiş olmanın tedirginliği ile, adımlarımı dikkatle atarak ilerliyorum. Onlar dünya şartlarını “veri” (donnée, muta) sayarak yaşıyorlar ve bu yüzden başlarına gelenleri çekmekle yetinmeyip çektiklerinin başına geçiyorlar. Ben ise yaşanılan her şeyin sayısız “ihtimal” (probabilité, olasılık) arasından gerçekleşen bir tanesi olduğuna, her ne vuku bulmuşsa onun yerini bir başkasının pekâlâ doldurabileceğine ve Allah’a mecburiyet yüklenemeyeceğine inanıyorum. Dolayısıyla “onlar için” tarih bizi boyun eğmek zorunda bırakan büyük dönüm noktalarını kavidir; oysa “benim için” zamanın içindeki her anı tarihin bir büyük dönüm noktası durumuna dönüştürmek mümkün görünür.

Sözünü ettiğim iki anketten birim Conrad Adenauer Enstitüsü Türkiye Cumhuriyeti’nde yaptırmış, diğer anketi Celihar adli şirket İran İslâm Cumhuriyeti’nde yapmış. Anket sonuçlarına göre resmi yaftasında “İslâm” kelimesi bulunan ülkede halkın dindarlık tavrı, resmî politikası laiklik pazarlamaya adanmış ülkedeki halka nazaran çok geride. Onlar İran’da Cuma namazına gidenlerin ancak nüfusun yüzde 12’sini teşkil etmesine mukabil, Türkiye’de nüfusun yüzde 55’inin Cuma namazı kılmasını şaşırtıcı buluyorlar. Bu şaşkınlıkta Türkiye’de uygulamaya sokulan bunca manipülasyonun yabana mı gittiği sorusunun payı var elbet. Bütün hesaplarını İslâmiyet’in nizam verici karakterinin baskın çıktığı bir toplum modeline asla dönülemeyecek bir reformlar dizisinin kökleşeceği beklentisiyle yapanlar her gün bir şaşkınlıktan bir başka şaşkınlığa düşebilir. Halbuki İran ve Türkiye arasında mübayenet gibi görünen şey Müslüman toplumlarda bin yıldır olagelen bir şeydir: Türkiye’de devletin terk ettiğine millet sahip çıkmış, İran’da milletin terk ettiğine devlet sahip çıkmış. Müslüman toplumlardaki dini hassasiyeti bileşik kaplardaki sıvının hareketine benzetmek mümkündür. Hulefa-i Raşidin devrinden zamanımıza kadar uzanan çizgide eğer bir İslâm tarihi doğmuşsa dini hassasiyet adını verdiğimiz dinamizmin toplumu teşkil eden zümreler arasından geçen damarda deveran edişi dolayısıyla doğmuştur. Bu tebeyyün yüzünden İslâm’ın İran’da ne anlama, Türkiye’de ne anlama geldiği ben ve benim gibiler arasında ayrıca tartışılmalıdır. Onların bu işten bir şey anlayacakları yok.

Anket sonuçlarının bir yorumu Türkiye’de resmi makam ve kurumların değil ve fakat milletin kabaca sahip çıktığı bir İslâm anlayışının ağır bastığına işaret ediyor; ama bu İslâm anlayışının aslî karakteri hakkında bir belirginliğe yer verilmemiş. Tasavvufun harmanladığı bir anlayış mı bu? Yoksa bu anlayışın doğrultusu selefi görüşleri etkisiyle mi belirlenmiştir? Doğrusunu isterseniz Türkiye’de milletin içselleştirdiği İslâm anlayışı kendine mahsus biçimini ne tekke ve zaviyelerin bir nefs disipliniyle, ne de İslâm modernistlerinin uyarlanma kurallarıyla kazanmıştır. Türk milleti kendi İslâm anlayışı içinde yeri geldiği, çıkarları uygun düştüğü minval üzere hareket etmiştir. Bakarsınız bir gün dervişane bir davranış örneği gösterir, ertesi gün yaptıklarını değme seleflerin yaptıklarından ayırt edemezsiniz. Siyasettir milletin yaptığı ve nitekim milletin sahip çıktığı İslâm anlayışı ancak siyaset dilinde ifadesini bulabilir.

Bizim milletimiz İslâm tarihinin hesaba katılır bir halkası olmaktan vazgeçmediği bir İslâm anlayışına sahip çıktı ve halen çıkıyor. Gündemini tarih bağlamında bir siyaset oluştursun istiyor. Siyaset sahnesine çıkanlar arasından “tarihi şahsiyet” olma yolunu seçtiğini zannettiklerini destekliyor. Sahiden öyle mi? Öyleyse de ben bunları nereden biliyorum? Sanki “millet” diye müşahhas biri var da, ben onu karşıma alıp konuştum ve sonra dediklerini yazıya döktüm. Oldu mu böyle şey? Olmadı tabii... Olanlar şunlardır: Eğer Modem Türkiye’nin ilk anayasasında “din-i İslâm” devletin varlığı babında benimsenmiş bir kavram olarak zikredilmemiş olsaydı Türk milletinin bir teşkilata mensup ve sahip olduğunu hiç kimse söyleyemeyecekti. Türk milletinin yabancı güçlerin işgaline uğramadığının ispatı esas teşkilatın İslâm güvencesi altında olduğunu göstermekle yapılabilirdi. Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecinde Balkanlardan, Kafkasya’dan ve daha nice yöreden Türkiye’ye göç eden insanlar “gâvur içinde kalmaktansa kendi insanları ile birlikte yaşamak” tercihinde bulundular. Bu sadece korunma güdüsünün uzantısı değildi. Göçmenler yeni yerleşim alanlarını ikbal avcılığı saikiyle seçmemişlerdi. Göçmek de göçenlerin statü kaybını önlemeye müteveccih bir siyasetti. Türkiye’de insanla toprağı birbirine sadece inanç, sadece İslâmiyet’le sağlanan mensubiyet idraki bağlıyor. Gaza Beylikleri döneminden bu yana Türkiye topraklarında oturanlarla 93 Harbi, Balkan Harbi, Seferberlik sonrasında Türkiye’ye gelenler sadece İslâm’ın çerçevelediği, belki de etnik ve sair çeşitlilik yüzünden sadece İslâm’ın çerçeveleyebileceği birlik içindeydiler. İnsanla toprak arasındaki İslâm bağını kaldırdığınız zaman her insanın başka bir yere, her toprak parçasının başka bir ele uğraması bin yıla yakın bir zamandır işten bile değildi ve halen işten bile değildir.

14 Mayıs 1950’de bir hükümetin yerini bir başka hükümete seçim sonucu bırakmış oluşu Türk milletinin tarihteki yerini yeniden ele geçirme isteğinin bir belirtisidir ve Cumhuriyet tarihinde tekerrürü henüz vuku bulmamıştır. Yani Türk milletinin önüne seçim sandığı şimdiye kadar sadece bir kere, yukarıda andığım günde konmuştur. 1950’deki, tahminleri aşan seçim sonucu milletin Türkiye’de insanla toprak arasındaki İslâm bağının bekçiliğini devlete kayıtsız şartsız bırakmayacağını yansıtıyordu. Söz konusu bağın bekçiliğine kayıt ve şart getirilmesini isteyen bir milletin varlığı tanınmalıydı. Bu yüzden 1950’nin vurgusu kimlerin iktidara geldiğine değildi; 14 Mayıs seçimlerinde vurgulanan kimlerin iktidardan düştüğüdür.

27 Mayıs 1960 ihtilâli akabinde millet nazarında önem kazanan siyasi roller oldu. Dolayısıyla Türk milletinin dikkati ihtilâlin kimleri yerinden ettiğine değil Türkiye’yi nelerden mahrum bıraktığına çevrildi. 1961 seçimleri, üzerinden daha bir yıl bile geçmemiş ihtilâlin buharlı havasıyla gerçekleşti. Bu “olağanüstü hal” yüzünden Türk milleti tarihteki işlevinden yoksun kalmak istemediğini 1965 seçimlerinde gösterebildi ve TBMM’ne milletvekili sayısı istediği kanunu çıkarmaya yetecek bir iktidar partisi gönderdi. Türk milletinin tarihte bir işlev yüklenmesini kendi güçlerinin korunması için amansız bir tehlike görenler 12 Mart 1971’de TC hükümetine bir “muhtıra” verdiler. Verilen muhtıra sonucu Türkiye’de bir “ara rejim” yaşandı. Ara rejimin elemanları arasında ABD sınırları içindeki meşguliyetlerinden kopup Türkiye’ye celp edilen “bakanlar” vardı. Çok geçmeden bakanlar arasına, her ne hikmetse, muhtırayla devrilen hükümetin bir bakanı da eklendi. Ara rejim iki buçuk yaşına henüz gelmişti ki genel seçimler geldi muktedirlerin kapısına dayandı, Acaba Türk milleti tarihteki yerini alma konusunda hâlâ ısrarlı mıydı? Eğer ısrarlıysa tasmaları dünya sistemi tarafından imal edilmiş bekçileri 1965’te vaki olandan çok daha ağır bir hezimet bekliyor olabilirdi.

Bu korkunç akıbeti önlemek için alınan “tedbir” tehlikeli bir oyundan başka bir şey değildi. 1973 seçimlerinde milletin önüne oy istemek için çıkanlar Türkiye’nin “tarihsel hata”dan arındırılacağı vaadinde bulundular. Yeter ki millet devletten inisiyatif talebinde bulunmasın. Eğer millet kendi haklarına sahip çıkma konusunda inatçılık etmezse Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri devlet olarak kıskıvrak bağlanmasına sebep olan beynelmilel kayıt ve şartlardan kendini azade kılmak için milletle barışmayı göze alacaktı. Olayın anlamıyla cereyan tarzı birbirine hiçbir zaman uymadı. Mevzu Türk milletinin tarihteki işlevi idiyse kediye ciğer emanet edilmişti. Beri yandan Türkiye’ye o yıllarda henüz uğramış ulan siyasi tayf bir ürün vermekte gecikmedi. CHP-MSP koalisyonu sayesinde İstiklâl Harbi’nden sonra ilk defa hilal ve salip karşı karşıya geldi. Türk askeri Kıbrıs’a çıktı.

Ne olursa, olsun. Kedi ciğeri yemişti bir kere… Türkiye varlık sebebini unutmuş bir ülke durumuna düşüvermişti. Türk toplumdaki anlayış ölçüleri günden güne bulanıklaşarak tarihteki yerini kazanma konusundan modem mitosların çekiciliğine kapılmaya doğru kaymıştı. Türkiye’de yaşayan insanlar sadece beynelmilel geçerliği olan bir şeyi anlayabilecek kapasitede insanlar haline geldiler. Dikkat edin: “Beynelmilel geçerliği olan” dedim, “beynelmilel değeri olan” demedim. Artık Türkiye devleti ve milletiyle kontrol altında tutulmayı bir nimet sayan açıklanamaz bir olaydır.

Bu yüzden benim merakımı mucip olan önümüzdeki genel seçimlerde geçerli oyların yüzde onunu alamadığı için meclise giremeyen siyasi partilerin “tarihe” karışıp karışmayacaklarıdır. Kaybedenler tarihin kayda değer bulduğu neyi kaybetmiş olacak? Kazananların ne kazandıkları tarihin umurunda olacak mı? Taraflardan birini veya her ikisini birden içine alan bir tarihin, bir siyasi tarihin mevcut olup olmadığını merak ediyorum. Türkiye’deki siyasi partiler birer hükmi şahsiyet olarak tarihte yer verilmeye değer bir ağırlık taşımışlar mıydı? Merakım gerçek şahsiyetler söz konusu olduğunda da canlılığından fazla bir şey kaybetmiyor. Filanca veya falanca kimse seçime sokulmadığı, siyasi hayatına son verildiği taktirde tarihe mi gömülecek? Tarih bunları kendine gömdürür mü? Tarihle bir alıp verecekleri var mı böylesi kimselerin? 1964 yılından günümüze kadar (tam otuz sekiz sene) siyaset sahnesinin en görünen, en parlak ışıklı yerinden hiç eksik olamamış Süleyman Demirel kimdir? Bu zat için siz “tarihi bir şahsiyet” ibaresini kullandığınız taktirde sizi anlatımında isabet kaydeden biri gibi mi karşılarız, yoksa şakacı biri gibi mi? Bir insan Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan için “demokrasi şehidi” dediği zaman bu insanın amacı bir kara mizah örneği vermek midir, yoksa bu insanın patavatsızlık şampiyonasında bir dereceye talip olduğu fikrine mi rağbet edelim?

Türkiye Cumhuriyeti’nde çok partili siyasi hayatın neleri havi olduğunu keşifte zorlanmamızın sebebi tek partili siyasi hayatın muhtevasına vukufumuz bulunduğundan değildir. Çok partili siyasi hayatımızın bânisi, Milli Şefimiz, cumhurbaşkanlığı yaptığı sırada mektep kitaplarının kendisini “İnönü’nde komutan / Tarihte Lozan / Hem bilgin, hem kahraman / İsmet İnönü” diyerek karşıladığı zat için de “tarihi bir şahsiyet” tabirini kullanmak ciddiyetle bağdaşmayacaktır. Çünkü Türk toplumu için bir dönüm noktası tespiti esas alındığında Adnan Menderes’ten esirgediğiniz şeyi İsmet İnönü’ye bağışlarsanız bunun açıkladığı şey sizin tarafgirliğinizden başka bir şey değildir. Tarafgirlik ise aynı bütünlüğün bir parçası kalarak anlaşmak isteyenlerin anlaşılır bir siyaset dili kazanmaları önünde en büyük engel olarak hâlâ durmaktadır. Tarih tarihi şahsiyetlerin namevcudiyetiyle mi yapılıyor sorusunun ettirdiği rüzgâr altında, hiç değilse Mustafa Kemal Atatürk’ün “tarihi bir şahsiyet” oluşu önünde herhangi bir engel bulunmuyor, savını ileri sürenler olacaktır. Eğer “Tarih menakıbdan ibarettir” önermesi kanıtlanabilirse iddia makamına hakkını teslim etmek gerekecek.

Millet olarak nereden nereye gittiğimizin bilinci bizim tarihimizdi. Tarihimiz “bir” millet oluşumuzun tarihiydi. Beni tarihten silme karşılığında hayvanî bir rahatlık teklif edenlerin atmosferine kendi hesabıma ben girmem. Seçimlerde Türk tarihi yok; ben de yokum.

İsmet ÖZEL / Gerçek Hayat / 20 Eylül 2002