İKLİL
  Hicret
 
          
              HİCRET
 
Toplum ve dinlerin başlangıçtan günümüze değin kapalı veya açık olmasını belirleyen temel etken; insanın (birey-toplum olarak) toprakla olan ilişkisidir. Bu etken din, toplum ve dünya görüşünün kapalı olmasını sağladığı gibi donukluk ve statikliğin nedenlerini de belirleyen etkendir de.
Kendi dar kalıpları çerçevesine sıkışan bir toplum doğal olarak kapalı olur ve yükselme, gelişme ve değişimden yoksun kalır.
Buna bağlı olarak bir toplumun mazrufu olan; akıl, duygu, düşünce, bilim, teknik, kültür, din ve dünya görüşü ya donuk ve durağan kalır, ya çürür ya da yok olur. Batı, Ortaçağın kapalı kaleleri ardında dünyanın merkezi olarak Avrupa'yı ve dünya dini olarak da Katolikliği biliyordu. İnsanlığı ise salt, "beyaz derili, sarı saçlı ve mavi gözlü" olanlardan müteşekkil bildiğinden diğer insanları sürü gibi güdülmesi gereken kafirler olarak bilirdi. Cenova'nın doğusu karanlıklar içinde, tuhaf ve barbar insanların yaşadığı topraklardı. Lizbon'dan ötesi yani dünyanın batısı okyanuslarla kaplı, yani yok... Kendi kapalı kalelerinden bin yıl yaşamaları bundandı. Haçlı Seferleri ansızın kalelerin kapısını doğuya açtırdı. Kale doğuya açıldı. Kendinden başka hiçbir dini görmemiş olan Hıristiyanlığın gözleri İslâm'la açıldı. Batı'nın kapalı kalelerinden milyonlarca insan dışarı taştı. Alp dağlarının ötesinde başka insanlar, başka toplumlar ve başka bir dünyanın var olduğunu gördüler. Gözlerinin önüne yepyeni ufuklar açılırken dünya da belleklerinde iki kat daha büyüdü. "Biz"den başka "diğerlerini" ve "buradan" başka "diğer yerleri" de görüp tanıdılar. Ardı karanlık şatolar aydınlandı. Bakış açıları ve ufukları genişledi. Sağlam, tutucu bağlar dağıldı. Sayısız kalıplar parçalandı ve bir cümbüş başladı. Eğer sosyolojik terminolojiyle ifade etmek istersek M.S. 395 yılından itibaren bin yıldan fazladır durgunluk ve kapalılık evresinde yaşayan ya da takılı kalan "sosyal zaman" ibresi harekete geçti ve anbean ilerleme katetmeye başladı.
Haçlı seferlerinden önce varolan gerici bağlar ile, gevşek temelleri dağıtan bu yeni kabullenişler, dünyayı, Batılılara çok geniş ve değişik boyutlarla tanıtarak onlarda dünyaya yöneliş tutkusunu uyandırdı. İnsanlar, aşırı bir merakla yeryüzünün yeni bölgelerini, ellerinin ulaşmadığı ufukları araştırmaya ve tanımaya yöneldi. Doğudan batıya kadar dünyayı dolaşmak için yeni yollar keşfedildi, İşte bu nedenle, 15 ve 16. yüzyıllarda, coğrafî keşifler, yeni ticari yollar, Dünya'nın etrafını dolaşma gibi çalışmalar doruk noktasına ulaştı. Doğudan Asya ve Afrika'dan sembol ve efsaneler taşımak, batıda Amerika gibi bir toprak parçasını keşfetmek türünden eylemler Avrupa için şunu zorunlu kılıyordu: Dünya görüşleri büyük ve değişmeye elverişli bir yapıya dönüşerek, bu dünya görüşü temeli üzerinde büyük Batı uygarlığı bina etmek.., Bu nedenle, tarihçiler ve sosyologlar; Haçlı seferlerini (Batılı yığınların doğuya hicreti) ve coğrafî keşifler ile Dünyanın etrafının dönülmesini (Amerika, Afrika ve Asya'ya hicret) Avrupa'nın uyanışının ilk nedeni olarak kabul ederler ki bu hicretler çağdaş Avrupa uygarlığının doğuşunun temel etkenidirler.
Benim kanıma göre, açık ve kapalı toplumlar ile uygarlıkları; insanlık tarihi boyunca etüd etmek, bu bilimsel gerçeğe, sosyolojik bir kanıt getirme niteliği taşıyacaktır. Çünkü hicret -toplum bağlarının topraktan kopması- insana, hareketli, değişken ve yaygın bir dünya görüşü kazandırır. Toplumsal, düşünsel, duygusal ve dinsel buzlaşmış kalıpları paramparça eder. Statik toplum, ivme ve dinamizm kazanır. Hicret bizzat büyük bir insanî dinamizm ve değişim etkenidir. Önce bakış açılarına, sonra topluma aktivite kazandırır. Toplumu kendi donuk çerçevesinden çıkararak, ileri noktalara ve kemal boyutlara ulaştırır.
Öyleyse her uygarlık çehresinin altında bir hicret etkeni yatmaktadır. Dinlediğimiz her büyük toplumun efsanesi veya tarihe malolmuş hikâyesi bir hicreti anlatmaktadır. İşte bu nedenle Kur'an'da, İslâm tarihinde, Peygamber'in hicreti için söylenenler, -çokça anlatıldığı gibi- salt soyut bir olay değil, büyük bir sosyal temeldir. Eğer İslâm'ın bu yapısına dikkatle bakarsak hicretin bu misyonunu kolayca farkedebileceğiz.
Müslümanların Habeşistan'a her iki hicreti de Peygamber'in emriyle gerçekleşmişti. Yerleşik Arap halkı ilk defa vadilerle kuşatılmış Mekke'den, bir denizi aşarak, bir başka yere, dış bir ülkeye hicret ediyordu. Yeni bir ulus, yeni bir din, yeni bir sosyal yaşantı ve yeni bir toprak parçasıyla tanışıyorlardı. Bundan sonra büyük hicret Medine'ye yapıldı. Medine'nin kapalı kapıları dışa açılırken, Mekkeli muhacirler de yeni bir çevre ve yeni toplumsal şartlarla tanışıyorlardı. Medine'de Peygamber'in izlediği politika... Çevre kabilelerle sürekli ilişki... Nüfuz çemberinin genişletilmesi... İmkânların elverdiği en uzak noktalara kadar uzanabilme... Her taraftan insanların Medine'ye akın akın gelmesi... Tebliğci ve elçilerin yarımadanın her tarafına, hatta en uzak noktalarına kadar uzanması... İran, Doğu Roma, Mısır ve Yemen ile ilişki... İşte uzak yakın o günün dünyasının her noktasına uzanmak, ulaşmak isteği. Peygamber'in Arap toplumunu salt açık bir topluma dönüştürmek isteğinin bir delili değildir. Aynı zamanda Peygamber'in sözlerinde ve Kur'an âyetlerinde hicretin, özellikle de hicret türlerinin en üstünü olan itikadî ve düşünsel hicretin büyük ve kutsal bir temel olarak, hatta insanî bir yükümlülük olarak telakki edilmesinin en açık göstergesidir de.
"Kuşkusuz iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 218)
Kur'an'da hicret kelimesi, genel ve mutlak anlamıyla kullanılmaktadır. Sosyal dilbilim literatüründe ise hicret kavramı, (bir noktadan diğer bir noktaya hicret) anlam derecesi itibariyle;63 yeryüzünden çok yükseklere, ruhun yüce mertebelerine, manevî ve ahlakî çatının zirvesine, düşünsel devrimlerin doruğuna oturmuştur. İşte bu nedenle biz,  "hicret" adındaki çok derin anlamlar ve büyük Özler taşıyan bir kelimeyle karşı karşıyayız. Kavramanın ulaşabildiği ve ulaşabileceği her noktada, hicretin enginliğini ve derinliğini bir başka boyutuyla kavramak mümkündür. Kur'anî bir müslüman (mevcut rnüslüman türlerinden farklı bir müslümandır.) İmandan hemen sonra, cihaddan da önce, kendini, büyük bir asılla ve kesin bir emirle karşı karşıya buluverir: içerde hicret, dışarda hicret... Yeryüzünde hicret... Ruhun derinliklerine hicret... Artık kalınılacak yer olmaktan çıkan yerden dışarı çıkmak... Artık lâyık olmayan ve değersiz olan halden uzaklaşmak... Hicret, salt doğum yeri olan topraktan ayrılmak değildir, aynı zamanda insanın kendi özünden uzaklaşmasıdır da... İşte bu nedenle İslâm, hem toplumu bir daha statikleşmemek üzere harekete geçirir, hem de bireyi... İnsanı dıştan bir devinime içten bir devrime çağırır. Ancak böyle olunca insanı, durgunluk, çöküntü ve donukluktan kurtarıp, hareket, yücelme ve sürekli bir devrime koşturabilir ve bunu da hicretin bilimsel mucizesiyle gerçekleştirir. Afak'a hicret... Enfüs'e hicret... 

          Ali ŞERİATİ